2010’lu yıllarda İnönü Üniversitesi yöneticisiyken, bir gün, Malatya, Yeşilyurt İlçesi Belediye Başkanı merhum güngörmüş, halk bilgesi, Mehmet Kavuk bey “Hocam siz seçilmişlerin atanmışısınız. Biz ise belediye başkanı olarak atanmışların seçilmişiyiz” demişti. Sahiden de 2016 darbe girişimine kadar olan dönemde (1992-2016) rektörler, öğretim üyelerinin seçtikleri adaylar arasından atanıyorlardı. Üniversitesinde en çok oy alan altı aday YÖK’e bildiriliyor, YÖK de bu adaylardan üçünü Cumhurbaşkanına sunuyor ve Cumhurbaşkanı bunlardan birisini rektör olarak atıyordu. Genellikle üniversitelerden birinci sırada seçilenlerin atanma şansları yüksek olmasına rağmen dönemin koşulları , o günkü siyasetin karakteri ,Cumhurbaşkanlarının bu işe müdahil olmasını da beraberinde getiriyordu. 28 Şubat sürecinde YÖK ‘den Cumhurbaşkanlığına sunulan listelere bazen müdahale edildiği, en az oy olan adayın tercih edildiği de olmuyor değildi. Bunların o günkü canlı şahidiyiz.
Bu atama sisteminde asıl sıkıntı henüz gelişimini tamamlamamış üniversitelerde yaşanırdı. Rektörlük seçim süreci üniversitelerde kişisel hırslara ve siyasi rekabete dönüşüyor, zaten verimliliği çok da yüksek olmayan üniversiteler seçim gündemiyle yoğun olarak meşgul ediliyor, neredeyse bir yıl önceden seçim kulisleri üniversitelerin ana gündemini oluşturuyordu. Tıpkı genel seçim öncesi dönemlerinde devlet bürokrasisinin içine düştüğü durum gibi. Özellikle rektörlük seçimlerinin olduğu yıl akademik yayın sayılarında düşüşlerin olduğu bilinir. Ayrıca seçim sonucunda atanan rektör ve çevresindekiler ile diğer rakip adaylar ve çevresi arasında küskünlükler de işin cabası oluyordu. Bunun istisnası olan bir kaç üniversitemiz de vardı. Kesinlikle bu sayısı az olan üniversiteler de rektörlük seçiminin sonunda birinci çıkan aday, YÖK’e gider, diğer sıralamaya giren beş aday haklarından feragat ederdi. Bu üniversiteler akademik kadrolarını seçerken, öğretim üyelerinin bazı ideolojik takıntılarını kale almaz isek, başarılı, demokratik, akademik açıdan olgunluğa kavuşmuş üniversiteler olduklarını gösterirlerdi.
Oysa diğer Türkiye üniversitelerinde seçim sonucunda üç, beş oy alan öğretim üyeleri bile heyecanla YÖK’e sözlü görüşmeye gider, siyasi kulis yaparak sıkılmadan rektör olma şanslarını arardı. 2016 yılında yaşanılan Kalkışma sonrası, KHK (kanun hükmünde kararname) ile bu sistem devre dışı bırakılarak direkt olarak rektörler Cumhurbaşkanı tarafından atanmaya başlandı. Bundan önce de YÖK yasasının ilk yıllarında (1981-1992) rektörlük seçimi yoktu. Prof. Dr. İhsan Doğramacı (YÖK kurucusu ve başkanı) zamanında da seçimsiz YÖK’ ün önerdiği adaylar arasından Cumhurbaşkanı rektörleri atıyordu. 1992 yılında seçim ve atamanın olduğu bir değişiklik kabul edilince Doğramacı’nın bu duruma itiraz ettiği o dönemin YÖK yöneticileri tarafından dillendirilmişti. İkinci olarak seçimsiz rektör ataması 2016 Temmuz darbe girişiminin bertaraf edilmesinden sonra TBMM onayı olmaksızın bir KHK ile tekrar kaldırıldı.
DARÜLFÜNÜN’DAN BUGÜNE REKTÖRLER NASIL ATANDI?
Şimdi isterseniz Osmanlı’dan günümüze rektör atamaları nasıl bir serencam izledi, konuyu özetleyelim. Darülfünun olarak bildiğimiz üniversiteye denk kurum özelikle Yirminci yüzyılın başlarından itibaren kesintisiz olarak Cumhuriyete kadar devamlılığını sürdürdü. Rektör yerine de “Emin ya da Baş Müderris” deniyordu. Darülfünun’a Emin seçimi , görev yapan müderrislerin tamamının katıldığı seçimle yapılıyor ve en fazla oyu alan iki aday Vekalet’e (Bakanlık) bildiriliyor ve Vekalet bu adaylardan birisini Darulfünün emini olarak atıyordu. İstanbul’da bulunan Darülfünün, 1933 Üniversite Reformu’na kadar görevini sürdürdü. Bu tarihten itibaren Darülfünün Üniversiteye dönüştürüldü. Üniversite rektörü bu tarihten itibaren, Milli Eğitim Bakanının teklifi ile Cumhurbaşkanı tarafından atanır oldu.
1948’de yapılan bir kanuni düzenleme (4936 sayılı Kanun) ile rektör seçimle iş başına gelmeye başladı. Rektörü üniversite profesörler kurulu salt çoğunlukla belirlediler. Süresi iki yıl olan rektörlük için adayın her defasında başka bir fakülteden olması şartı getirildi.
1960 darbesi sonunda hazırlanan yeni anayasada üniversite düzenlemesi de dahil edildi. Üniversitelerden tasfiye olunan öğretim üyelerinin durumunu istisna tutarsak, ilk kez üniversiteler, özerk bir kurum olarak anayasada tanımlandı. Üniversiteler kendi seçtikleri organlar tarafından idare olunur kaydı düşüldü. Rektör seçme görevi öğretim üyelerine verildi. Milli Eğitim Bakanlığının üniversiteler üzerindeki yetkisi kaldırıldı. Gelişmekte olan bir ülke için o günkü koşullarda yüksek öğretimin geldiği bu özerk durum oldukça anlamlı bir gelişme oldu.
Üniversitelerin özerkliği, 1970 askeri muhtırası sonrasında bir miktar sekteye uğradı. Öğrenci hareketleri ve üniversiteye güvenlik güçlerinin girememesi gibi daha bir çok gerekçeye dayanarak, 1750 sayılı üniversite yasası (1973) ile üniversite özerkliği ile ilgili bazı kazanımlar kaybedildi. Üniversitelerin üzerinde Yüksek Öğretim Kurulu ve Yüksek Öğretim Denetleme Kurulu oluşturuldu. Rektör seçimi, üniversitenin tüm öğretim üyelerinin katılımı ile salt çoğunlukla belirlendi. Rektörlerin görev süresi üçer yıl olmak üzere iki dönem ile sınırlandırıldı. Bu yeni sistem, öğretim üyesi fazla olan fakültelere rektör seçmede bir avantajı da beraberinde getirdi. Özellikle tıp fakültelerinde görev yapan öğretim üyesi sayısı fazla olduğundan bu konuda rektör çıkarmada tıpçılar öne çıktılar.
1981, 12 Eylül askeri darbesi sonunda, YÖK yasası yürürlüğe girdi.1982-92 arasında rektör seçimi kaldırıldı. YÖK tarafından önerilen adaylar arasından Cumhurbaşkanı rektörleri atadı. 1992 yılında tekrar rektör ataması seçimli atamaya dönüştü. Yazının başında anlatıldığı gibi her üniversitede yapılan seçimle ilk altıya giren rektör adaylarının isimleri YÖK’ e gönderiyor ve YÖK de bunlardan üçünü eleyip diğer üç adayın ismini Cumhurbaşkanına sunuyordu. Bu rektör belirleme sürecinin son yıllarında altı aday YÖK’e görüşmeye davet olunuyor ve bir mülakata tabi tutuluyordu. Yine de YÖK ve Cumhurbaşkanı ataması aşamalarında illa da birinci olanın atanması her zaman olmuyor, bazen ikinci üçüncü sırada oy alanların da rektör atandığı biliniyor. Cumhurbaşkanın tutumunun yanında, iktidarda bulunan siyasi partinin desteği de bazı dönemlerde etkili oluyordu.
BUGÜNKÜ MANZARA NE?
15 Temmuz 2016 Kalkışması sonrası Cumhurbaşkanı rektör atamalarını bir KHK ile uhdesine aldı. 2010-2016 yıllarında, o gün için bir cemaat olarak algılanan ekibe mensup ya da sempati duyan bir hayli devlet ve vakıf üniversitelerinde rektörünün olduğu biliniyordu. Bu ekibin stratejik hedefleri arasında diğer stratejik kurumlarda olduğu gibi üniversitelerde de egemen olmak vardı. YÖK te görev alan yöneticilerin ve siyasi iktidarın söz sahiplerinin bunları bilmemesi mümkün değildi.
Şüphesiz bu durum, kalkışma sonrası üniversitelere rektör atamada Cumhurbaşkanın tam inisiyatif kullanmasında etkili oldu. Gelinen noktada tanıdık, eş, dost ve adayın kimliği atamada önceliklendi. Bu seferde akademik yetkinlikleri yeterli olmayan birçok rektör atanmış oldu. Bu konuda rektörlerin yetkinliği ve kapasiteleri hususunda birçok eleştirel yazı yayımlandı. Kamuoyu bunun şahididir.
2016’ dan bu yana atanan rektörlerin ekseriyetinde akademik yetkinlik, bilim ve teknoloji yönetimi, dünyadan haberdar olan bilim yöneticisi olma gibi kriterler önemsenmiyor. Bilerek ya da bilmeyerek siyaset ile iç içe görüntü veren üniversiteler de kör topal yollarına devam ediyor. Sayıları sınırlı birkaç devlet ve birkaç vakıf üniversitesi dışında, üniversitelerin özerk olup olmaması, akademik başarı durumu, ülkenin ihtiyaçlarına göre üstlenmeleri gereken sorumluluklarının neler olduğu fazla kimsenin umurunda değil. Sorumluluk sahibi az sayda bilim insanlarının dışında kimsenin de fazla bir şey yaptığı yok. Araştırma ve yayınlar sadece belirli unvanları elde etmek için yapılıyor maalesef.
Rektör atamalarında ciddi anlamda belirlenen kriterin olması artık gerekmiyor mu? Her önüne gelenin durumuna bakmadan siyasetçilerin peşinden koşarak rektör olmaya çalışmasına gerek var mı? Her rektörlük döneminde bir üniversite rektörlüğü için onlarca adayın baş vurup günlerce YÖK üyelerinin bunlarla meşgul olması ve nihayetinde de yukarının istediği adayların belirlenmesi bir aldatmaca değil mi?
Ülkemizdeki vakıf üniversiteleri rektör atamaları ve durumu ise, ayrı bir yazı konusu. Vakıf üniversitelerinin bir kaçını istisna edersek bunların ne kadarının gelişmiş ülkelerdeki vakıf üniversitesi anlayışına uygun bir mantıkla yönetildiği herkesin malumu. Çoğunluğunda mütevellilerin aile işletmesi mantığı ile hareket ettiğini, ticari işletme gibi görüldüğü, bilim kurullarda görev alanların üniversite yapısından bihaber olduğu da herkes tarafından biliniyor. Ayrıca üniversite yönetiminde, rektörlerine ne kadar alan bıraktıklarını ibretle izliyoruz.
Artık Türkiye üniversitelerinin geçmişteki yanlışlıklardan ders çıkartıp, üniversite ve rektör atamaları için yenileşmeye ve iyileşmeye gitmesi, özetle yaşanılan olumsuzluklardan ders çıkartarak, yeni bir başlangıç yapması gerekmiyor mu? Ülkede yeni anayasa tartışmaları yapılırken. Gelişmiş herhangi bir dünya ülkesi üniversitesinde akademisyenlik bile yapamayacak olanlarla, Türk yüksek öğretimini ayakta tutmaya çalışmak ülke yönetenler için bir sorumluluk ve vebal değil mi? Yazık oluyor, yazık oluyor, ülkeye ve üniversitelere .