Doğanın bir parçası olan insanın sağlık ve beslenme anlayışı, yakın zamanlara kadar organik denebilecek bir çerçeveye sahipti ve tıpkı insanın kendisi gibi doğanın bir parçasıydı. İnsan ile doğa arasında dolaysız bir ilişki vardı ve beslenmenin esasını doğrudan topraktan elde edilen ürünler oluşturuyordu. İnsanlar gıda maddelerini kendilerine ait olan, elleriyle dokunup gözleriyle gördükleri, kokladıkları, özelliklerini, yapısını ve huyunu suyunu bildikleri toprakları işlemek suretiyle bizzat kendileri yetiştiriyorlardı. Bitkileri boy atarken, çiçeklenirken, renklenip biçimlenirken, sebze ve meyve verirken izleyebiliyor, dokunabiliyor ve koklayabiliyorlardı.
Dünya nüfusunun artması, ticaret ağlarının genişlemesi, teknolojik keşifler ve ekonomik gelişmelere ilave olarak şehirleşme olgusunun ağırlıklı yaşam biçimi haline gelmesi, insanın doğa ile ilişkisinde de köklü değişikliklere neden oldu. İnsan ile toprak arasındaki bağlantı koptu. Bugün insanlarımızın, çok büyük bir bölümü ağaçları, yaprakları, bitkileri ve çiçekleri tanımıyor. Bir yandan işlenmiş gıdalarla kuşatılmış durumdayız, diğer yandan da her türlü sebze ve meyve “mevsim koşullarına bağlı olmaksızın” her dönemde üretilerek piyasaya sunulabiliyor. Üstelik bu durum sadece sebze ve meyveler için de geçerli değil artık. Binbir türlü ilaç, hormon, vitamin ve benzeri kimyasal içerikli maddeler ile desteklenen üretim süreçleri ile hayvansal gıdaların üretimi de kontrol ediliyor.
Sürecin iyi bir noktaya doğru gitmesi için çabalıyoruz. Fakat doğal yetişme süreçleri ile üretilmeyen meyvelerin ve sebzelerin renk ve kokuları, tat ve besin değerleri kayboluyor. Hormon ve vitaminlerle hacim kazandırılan hayvanların hem soyları tükeniyor, hem de faydadan çok zarar veren besin kaynakları haline geliyorlar. Beslenme kaynaklarının doğallığını kaybetmesi, insan bedeninde bu nedenden kaynaklanan çeşitli rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. Daha önce görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkıyor, bu hastalıklar için üretilen ilaçların yan etkileri yeni rahatsızlıkları tetikliyor ve onların yan etkileri de yeni ilaçların kullanılmasını zorunlu kılıyor. Galiba tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok hastalık, ilaç ve yan etki görülmemiştir. Ve galiba tarihin hiçbir döneminde insan fiziksel açıdan bugün olduğu kadar yaşarken çürüyüp bozulmamıştır.
Ne yapmalı?
Sorun insanın bir parçası olduğu doğa ile irtibatının zayıflaması ile ilgili olduğu için çözümün de burada aranması gerektiğini söyleyebiliriz. Yani doğadan uzaklaşan insanın mümkün mertebe doğaya geri dönmesi, en azından doğa ile irtibatını güçlendirmesi, hayatında doğaya ve doğal olana daha fazla yer açması gerekiyor. Peki, bu ne kadar mümkün? Bir parçası olduğumuz doğa ile barışmak için kent merkezlerindeki yüksek katlı rezidanslarımızdan, binlerce kişi ile birlikte yaşadığımız sitelerimizden, uzun raf ömürlü gıdalarımızı temin ettiğimiz süpermarketlerimizden ve ayaküstü, alelacele karınlarımızı doyurarak işlerimize geri döndüğümüz fast food restoranlarımızdan vazgeçebilecek miyiz? Doğrusu bu pek mümkünmüş gibi görünmüyor. Ama yine de hayatımızı şimdi olduğundan daha doğal hale getirebiliriz. Bunun için elimizde yeteri kadar imkân mevcut.
İşe gıda alışverişlerimiz ile ilgili alışkanlıklarımızı değiştirerek başlayabiliriz. Öncelikle mevsiminde yetişmeyen ürünlerden uzak durmak iyi bir başlangıç olacaktır. Etiket okuma alışkanlığı ve satın aldığımız ürünlere dair bilinçli bir bakış açısı geliştirmek kesinlikle gerekli. Aldığımız ürün ne zaman, nerede ve kim tarafından üretilmiş? Üretim ve tüketim tarihi belli mi, içerisinde örneğin koruyucu vb. doğal olmayan maddeler var mı? Bunlar önemli bilgiler, bunları bilmeliyiz. Ferahlatıcı kokusunu içimize çekemediğimiz, tadını derinlemesine duyumsayamadığımız sebze ve meyvelerden vazgeçmek zor olmayacaktır. Market raflarından uzaklaşıp yolumuzu köy pazarlarına, artık iyice yaygınlaşan ve organik tarım ile yetiştirilen ürünlerin satıldığı satış tezgâhlarına düşürmek sandığımızdan çok daha kolay. Aynı mantığa sadece gıdada değil, giyim ve kozmetik gereksinimlerimizde de müracaat ettiğimiz takdirde doğayla ilişkimizi olması gerektiği gibi yapılandırmada önemli bir mesafe kat etmiş olacağız. İlke basit: Doğal olmayan her şeyden uzak duracağız.
Gıda alışverişlerinin ve elbette yiyeceklerin pişirilmesinden tüketilme biçimlerine kadar yayılan alışkanlıkların doğallaştırılmasıyla başlanacak olan doğaya ve doğallaşmaya dönüş süreci, yalnızca bedenin daha sağlıklı olmasını sağlamayacak, aynı zamanda hastalıklara karşı da güçlü bir koruma sağlayacak. Bugün artık beslenme alışkanlıklarının doğallıktan uzaklaşması ile ilgili olduğunu kesin olarak bildiğimiz, orta ve uzun vadede kalp ve damar hastalıklarından obeziteye, diyabet ve tansiyondan muhtelif kanser türlerine kadar birçok hastalık (hatta birçok psikolojik rahatsızlık) ile mücadelenin en doğru ve maliyetsiz yolunun bu olduğunu unutmamalıyız. İnsanın geleceği, bir parçası olduğu doğa ile yeniden bütünleşmesine ve onun bir uzantısı olduğu düşüncesini yeniden içselleştirmesine bağlı.
Yaşamı doğaya uydurmak
İnsanlığın geleceğini belirleyecek olan temel meselenin, insanın, kendi doğal varoluşundan taviz verilerek teknolojik aygıtlarla inşa edilen yapay bir dünyaya adapte olmak zorunda bırakılması olduğu söylenebilir. Denebilir ki, geldiğimiz noktada insan yaşamı doğal olmayan bir forma bürünmüş, fiziksel dünyanın insan yaşamının doğal gerekliliklerine göre yapılandırılması gerekirken bunun tam tersi olmuştur. Yaşam doğallıktan uzaklaşmış, bunun sonucunda beslenme başta olmak üzere insan varoluşunun neredeyse bütün gündelik pratikleri sürekli değişen ve gelişen fiziksel dünyaya uydurulmuştur. Dolayısıyla insanın doğayla yeniden kucaklaşabilmesinin en önemli evresi, yaşamı, doğayı ve doğal olanı esas kabul ederek yeniden (aslına uygun bir şekilde) yapılandırmak olacaktır.
Yaşadığımız hayatta özellikle beslenme ile ilgili olarak yapmamız gerekenleri kısaca yukarıda özetledik. Fakat bu kadarı doğal bir yaşam kurmak için yeterli değil. Bunun için daha fazlasına ihtiyacımız var. En başta toprakla yeniden ilişki kurmamız gerekiyor. Büyük bir bölümümüz şehirlerde yaşıyor olsak da artık neredeyse unutulmaya yüz tutmuş köylerimizi hayatımızın “daha büyük” bir parçası haline getirmeliyiz. Bunun için emekliliği beklemeye gerek yok. Yalnızca kerpiç evimiz, çocukluk anılarımız, doğrudan bahçeden toplayacağımız doğal yiyecekler ve bol oksijenli tertemiz hava değil, aynı zamanda kayısı, dut, elma, armut, şeftali ve ceviz ağaçları da bizi bekliyor. Köylerimizde daha fazla zaman geçirmek, çocuklarımıza ağaçları, yaprakları, bitkileri, hayvanları ve toprağı tanıtmak yaşamı doğallaştırmak için oldukça büyük bir adım olacak.
Özellikle 1950’li yıllardan sonra doğal beslenme kültürlerinin çözülerek yeme-içmenin bir çeşit “insan yakıtı” haline gelmesine de yansıdığı gibi, bugün insan önemli ölçüde “çalışan varlık” haline geldi. Gündelik yaşamın büyük bir bölümü çalışma üzerine kurulu ve artık yaşamak için çalışmıyor, çalışmak için yaşıyoruz. İlginç, ama eğitim hayatımızdan konut mimarimize kadar her şey bu tuhaf dönüşümü yansıtıyor. Örneğin çocuklarımızın yaşamı önce iyi bir lise, sonra iyi bir üniversite kazanmak, daha sonra da iyi bir meslek sahibi olmaya çalışmakla geçiyor. Yani bir gün daha iyi çalışmak için sürekli çalışmak zorundalar. Okul yetmiyor, kurslar, özel dersler, soru bankaları vs. Yine evlerimiz her geçen gün küçülüyor. 30-40 metrekarelik evlerde oturuyor (aslında barınıyor), minik balkonlarımızda çiçek yetiştirmiyor (vakit mi var?), evimizde bir kütüphane kurmayı aklımızdan bile geçiyoruz. Dikkat ettiniz mi, bilmiyorum, ama artık çok azımızın hobisi var. Edebiyat, güzel sanatlar, felsefe, müzik (hatta inançlar bile) gibi insanın doğal olarak gereksinim duyduğu şeyler sadece uzmanlık alanları olarak görülmeye başlandı. Gerektiği zaman uzmanlarından hizmet alımı yaparak bunlara ilişkin “sınırlı” ihtiyaçlarımızı o şekilde karşılıyoruz.
Yaşamı doğallaştırma sürecinde sözünü ettiğimiz bütün bu konuları yeniden ele almamız gerekiyor. Beslenme kültürümüzü tekrar doğa ile buluşturmaya gayret ederken buna paralel olarak gündelik yaşamımızı da doğallaştırmak önceliklerimiz arasında yer almalı. Doğaya dönüş beslenme ile birlikte düzenli uyuyarak, bol su içerek, her gün egzersiz yaparak ve hayatımızın diğer kısımlarını bu doğrultuda organize ederek ve yine tıpkı bedenimiz gibi doğanın bir parçası olan ruhumuzun gereksinimlerini (sanat, edebiyat, felsefe, din) de ihmal etmemekle mümkün olabilir ancak. İnsan oluşumuz, her seferinde yeniden kendimizi bulabileceğimiz ve her düştüğümüzde ayağa kalkabileceğimiz son kalemiz, onu terk edemeyiz. Etmemeliyiz.