Ali Ekber Pekşen

BABAMIN ÖLDÜĞÜ YAŞTAYIM

19 Eylul 2024 20:12

Yıllar öncesinden bu güne, her yıl aynı gün; kendime, hayata, tabiata yönelttiğim bir soruya istinaden yaptığım bir hesap vardı. Sorardım, “babam kadar yaşarsam, kaç bahar ömrüm kaldı.”? diye. Bugünden sonra sormayacağım. Babamın öldüğü yaştayım. Babamın yaşadığı bahar sayısı kadar, ben de yaşadım.

Hazin hikâyeleri vardır, bu coğrafyada insan olanların. İnsan olma gayreti içinde olanların. Her zaman çalışırken gördüğüm babamla yaşadıklarımdan hafıza kayıtlarımda olanlar. Babama mektup gibi de düşündüğüm oldu.

Mevsimi fark etmezdi. Köpek havlamaları, horoz ve kuş sesleri, büyük ve küçükbaş hayvanlarla iç içe devam eden yaşanmışlıklardı. Tabiatın imkân verdiği ölçüde hemen her tür meyve ve sebzenin yetiştirildiği bahçenin güzellikleriydi. Günlük hayata dair gailelerin, akşamı getirmek üzere kendiliğinden kurgulandığı köy hayatıydı. Bu kurgu, nevi şahsına münhasır bir akışın ürünüydü.

Gökyüzü sonsuzluğunu seyre daldığımız yaz akşamlarının uyku saatlerine eşlik eden sayılmayacak çoklukta yıldızlarıydı. Kayan her yıldızın bir insanın hayattan ayrıldığının işareti sayıldığı zamanlardı.

Hemen her zaman aralığının, üretime göre bölümlendiği anlayışla kurgulanan hayatlardı. Neredeyse hemen her tür faaliyetin insan emeğinin yoğun kullanımıyla yapıldığı, ellik, orak, tırpan gibi araç, gereçlerle buğday, arpa gibi tahılların, nohut ve mercimeklerin biçildiği, biçilenlerin harmanlara taşındığı zamanlardı. Belle sökülen şeker pancarının fabrikaya taşındığı, dokuma fabrikası için üretilen pamukların tüccarların beğenisine sunulduğu günlerdi.

Mevsimine göre değişen, ağırlıkla kol gücüyle ve hayvanların yardımıyla yapılan ve de hiç bitmeyecekmiş gibi insanın üstüne üstüne gelen işlerdi. Karasaban ve pulluk eşliğinde hayvan gücüyle yapılan tarla tarımıydı. Bağ ve bahçedeki çalışmaların bitmek bilmemesiydi. Dövenlerle öğütülen harmanlar ve doğal rüzgâr eşliğinde, taneyle samanın ayrılması, ayrılan samanların, hayvanlar için istiflenmesi, tanelerin beslenme amacıyla kategorize edilmesiydi.

Ailenin beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi tüm insani ihtiyaçlarının karşılanması için üretilen bu ürünlerin getirisiyle oluşan ekonominin belirleyici olduğu zaman dilimiydi. Hiç bir iktisat bilgisi olmadan hazırlanan aile bütçesiydi. Ne Merkantilizm, ne Fizyokrasi, ne Keynesyen Ekolü, ne Klasik Görüş, ne de Marksist teori bilinmeden yapılandırılan aile ekonomisiydi. Mikro ekonomik ya da makroekonomik anlayışa takılmadan, dahası bu tür sistematik bilgilerden haberdar olmadan yürüyen iktisadi ilişkiler içinde var olma savaşıydı.

Rüya gibi geçen bir çocukluk desem, kendimi kandırmış olurum. Hayallerimdeki dünyanın gece uykularına daldığım dam üzerinde seyrettiğim gökyüzü gibi sonsuz olduğunu söylesem, kendimi kandırmış olurum. Anlattıklarımı şimdi düşünüyorum da, ayakta durmaya çalışan bir köylü ailenin var olma, hayatını sürdürme adına verdiği mücadeleye ortaklık eden bir çocukluk dönemi.

Hayalleri olmayan, eli iş tutabilecek yaşa ulaştığı andan itibaren, hayatın ve şartların gerektirdiği ve de gücünün yettiği işleri yerine getiren bir çalışan çocuk rolü.

Her mevsim güzeldir, her şeyiyle güzeldir derler. Doğrudur da. Her mevsim, her zaman, her coğrafyada, her yerleşkede ve her şart altında güzel değildir. Çocukluğumu yaşadığım coğrafyada ve o zaman diliminde, bazen incitirdi esen rüzgâr, esmese artık dediğim zamanlar olurdu. Kar yağışı, hiç bitmeyecek gibi korku salan soğukların işaretiydi. Fırtına eşliğinde yağan kar, yarattığı belirsizlik ve soğuklukla, bizim coğrafyada o zamanlar insanı ürpertir, çoğunlukla ızdırap verirdi.

Kendisini ve etrafında olan biteni tanıma fırsatı bulamadan, hayatın hemen her alanında faal olan çocukluk döneminin ve ilk gençlik yıllarının, zamanından önce insanı olgunlaştıran yanının verdiği yetişkin rollerinin yapıldığı zamanlardı. Buradan bakınca, gelecek zaman dilimini çerçeveleyen ve sınırlarını çizen, adeta kişinin geleceğini kuşatan yaşanmışlıklardı.

Çocuk yaşta 1960 darbesinden nasiplenmiş, 1971 darbesiyle ilk gençlik döneminde tanışmıştım. 12 Eylül faşist darbesi yapıldığında, 20’li yaşların başındaydım.

Eylül ayı tabiattın farklı bir sunumudur. Sonbaharın habercisi olsa da, kimi zaman yolculukları çağrıştırır, yollara düşürür. Eğilmiştir güneş, ayrılık vakti der gibi. Tam da böyle oldu ve 12 Eylül faşist darbesinin 6. günü, 18 Eylül 1980’de babamı sonsuzluğa uğurladık. Hem de sıkıyönetim komutanlığından alınan izin belgesiyle.

Babam, M.Ali Pekşen; seferberlik yetimi bir adam. Dedemi tanımadan büyümüş. Kendisi 3 yaş civarındayken dedemi askere almışlar. Resmî tarihçilerin anlata anlata bitiremediği Sarıkamış'a gitmiş, Enver "Paşa" komutasında. Bir daha da dönmemiş. Ne Osmanlı Devleti ne de Türkiye Cumhuriyeti Devleti (T.C.) bir kere bile olsa, çocuklarına ve eşine akıbetine dair bilgi verme zahmetine katlanmamış. Zaten öyledir ya! Devletliler, "zahmete" katlanmazlar. Dedemin akıbetini bilmiyoruz. Sarıkamış Seferi'nde nerede kaldı? Cephede mi öldü? Esir mi düştü? Donarak mı öldü? Bir kör kurşuna mı gitti? Mezarı var mıdır? Varsa nerededir? Haberdar değiliz. "Sarıkamış Harekâtı" olarak bilinen olaylar zincirine ait kaynaklar taradım, ancak beni tatmin edecek bilgiye ulaşamadım.

Devlet bize bir bilgi vermedi. "vermesi gerekir miydi?" kamuoyunun vicdanına. Çocuk yıllarımda yetişkinlerden dinlediğim, “askeri kırdıran Enver’i Paşa…” ifadesi kulaklarımdadır ve babasını tanımadan büyüyen ve de hayatın tüm zorluklarıyla baş etmeye çalışan babamın kuşağını hatırlatır.

Babam; ikinci dünya savaşı öncesi, 1937 yılı sonu ya da 1938 yılı başında askere alınır. Yıllarca askerlik hizmeti, "Vatan Hizmeti" yapar. Bu "hizmetleriyle" ilgili bana anlattıklarından aklımda kalan en önemlisi; "Çanakkale'de kazma sallamadığım mevzi neredeyse kalmamıştır." cümlesi... 1942'de terhis olur ve bir süreliğine Cibali Tütün Fabrikası'nda çalışır. O bina şimdi üniversite olarak hizmet vermekte.

Kendi deyimiyle “seferberlik yetimi bir adamın” evladıyım. Evladını en çok ne yordu biliyor musun sevgili babacığım, 24 Ocak 1980 kararları uyarınca yaşantımıza yön veren ve yeni olarak sunulan hayatın dayattıkları. 12 Eylül faşist darbesiyle kuşattılar hayatımızı; sürgünlerle, göz altılarla, işkencelerle, tutukluluklarla, hapisliklerle.

Toplumu yönlendirmede, mühendislik biliminden faydalandılar. Oldukça mahir eller devreye girdi. Çoğunluğu İngilizce olan yabancı dillerden bir dolu kavram ve terimle olan biteni anlatma yolunu seçtiler. Küreselleşme, Globalleşme, Yeni Dünya düzeni, BOP, konjoktür, Tüketici Fiyat Endeksi bazen de, “TÜFE” dediler, enflasyon, fiyat ayarlaması, Toptan Eşya Fiyat Endeksi bazen de “TEFE” gibi terimlerle dolu sözlerle. Büyük çoğunluğun anlamadığı bu ifadeleri kullananların, “büyük” adamlar olarak takdim edilmesi de tuzu, biberi oldu. Halen de sistemin yarattığı hasar devam eder.

Oysa oysa kıymetli babam, hayat her gün daha bir çekilmez oldu. Hukuksuzluk öylesine had safhalara ulaştı ki, yaşananların hafızamdaki kayıtlarını hatırlamaya başladığımda, nefesim kesilir neredeyse.

Neden Avrupa gibi gelişmiş bir toplum olamadık diye sorarım kendime. Cevabım kısaca; bizim Avrupa’dan bir miktar değil, epeyce geri olduğumuz taraf BİREY olma konusundaki sınırlarımız.

İnsanımız; ya bir cemaate mensup, ya bir ideolojiye angaje, ya ailesinin mal varlığıyla var, ya ait olduğu etnik kökenle, inançla var olma çabası içinde. Bunlar çoğaltılabilir. Bir yere kadar insanların bu özellikleriyle gündeme gelmelerini anlayabiliriz de. Ama bunu kabullenmenin ön şartı; genel geçer evrensel hukuka bağlı olma, adaleti işlevsel kılan bir yönetimi, insan haklarının vazgeçilmezliğini ve eşit yurttaşlık temelli hayatları savunmaları kaydıyla.

Sevgili babam, 12 Eylül faşist rejiminin kontrolünde geçen senden sonraki 44 yıl içinde, lisans eğitimi (Gazi Üniversitesi), yüksek lisans eğitimleri (Hacettepe Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi) aldım. 42 yıl fiili görev sonunda emekli oldum. Şimdi ise yoksulluk sınırında bir emeklilik hayatı yaşıyorum. Okumaktan vaz geçmedim bu arada. Anadolu Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi lisans eğitimimi tamamlamak üzereyim. Sonrasını ise, yarından itibaren düşüneceğim…

18 Eylül 2024

Ali Ekber PEKŞEN

Bodrum-Muğla

 

Yorumlar (0)

Kalan karakter : 450
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!

Yazarın Diğer Yazıları

BURUK SEVİNÇ (Mehmet Emin Turgut)
02 Kasım 2024 20:12

TOTALİTARİZM ÇIKMAZ SOKAKTIR
14 Ekim 2024 20:12

TOTALİTARİZM ÇIKMAZ SOKAKTIR
07 Ekim 2024 20:12

TOTALİTARİZMİN NORMALİNDEN KUTULMALIYIZ
09 Eylul 2024 20:12

İNSAN, MERAK ve ÖĞRENME
29 Temmuz 2024 20:12

POPÜLİST YÖNETİM – VASATLAR CENNETİ
25 Haziran 2024 20:12

KIRMIZI PERÇEMLİ
19 Haziran 2024 20:12

EĞİTİM SİSTEMİNİN HAZİRAN SENDROMU
30 Mayıs 2024 20:12

DEVLETİN EĞİTİM FELSEFESİ ve YATILI OKULLAR
29 Nisan 2024 20:12

EĞİTİM YÖNETİMİ ve BAŞARIDA ÖĞRETMEN ROLÜ
27 Nisan 2024 20:12

EĞİTİM SİSTEMİNDEN BEKLENTİLER
15 Nisan 2024 20:12

MÜESSES NİZAMIN KORUYUCUSU EĞİTİM SİSTEMİ
23 Mart 2024 20:12

EĞİTİM SİSTEMİNİN TARİHİ AÇMAZLARI ve MÜFREDATLAR
20 Mart 2024 20:12

EĞİTİM SİSTEMİNİN TARİHİ AÇMAZLARI ve MÜFREDATLAR
08 Mart 2024 20:12

KADIN HAKLARI
03 Mart 2024 20:12

ALIŞKANLIK, UNUTMA, HATIRLAMA
12 Şubat 2024 20:12

TÜRKİYE ZOR GÜNLER YAŞAMAKTA
01 Şubat 2024 20:12

POPÜLİZM ve OTORİTER YÖNETİMLER
08 Ocak 2024 20:12

EĞİTİM SİSTEMİ SORUNSALI
25 Aralık 2023 20:12

EĞİTİM AYKIRI RENKLERİ GÖREBİLMEKTİR
04 Aralık 2023 20:12

EĞİTİM AYKIRI İNSANLAR YETİŞTİRMELİ
09 Kasım 2023 20:12

OKULLAR ve NİTELİKLİ EĞİTİM
12 Eylul 2023 20:12

BİR ÖLÜM VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
25 Temmuz 2023 20:12

HERKESLEŞME
03 Temmuz 2023 20:12

RUHUMA DOKUNAN FİLMLER
02 Haziran 2023 20:12

SIRADANLAŞMA
02 Haziran 2023 20:12

BİREYİN EĞİTİMİ VE 'KENDİSİ' OLMASI
27 Şubat 2023 20:12

Tüm Yazılar