Kuş uçuşu yedi, sekiz kilometre olan Tap'ın düzünden iki jandarma geliyordu. Yaz sıcağının kavurduğu toprak yol, kırmızı bir yılan gibi kıvrılarak bozkırın içinden uzayıp gidiyordu.
Jandarmalardan biri onbaşı, diğeri erdi. Her ikisi de, keplerini namlu ucuna taktıkları tüfeklerini sol omuzları üstüne atmış, haki renkli elbiselerinin yakasından iki düğme açmıştı. Buram buram ter içindeydiler. Ayaklarındaki kalın postallar, yürüdükleri yolda arkalarında ince bir toz bulutu bırakıyordu. Bu kurak bozkırda gölgesinde dinlenecekleri tek bir ağaç yoktu.
İki saat kadar sonra Çatma köyünü sol yanlarında bırakıp Mercan köyü yönüne döndüler. Hemen önlerinde başlayan dağlık bölgede meşe ve palamut ağaçlarıyla kaplı orman içine girer girmez kendilerini bir ağaç gölgesine atıp, yan yana sırtüstü uzandılar. İki ardıç kuşu, altında yattıkları ağacın dalına gelip kondu.
*****
Dün akşamüstü Elazığ'dan yolcularını getiren kamyona Kiğı'den binmişlerdi. Üstü açık kasası, tepeleme eşya ve insan dolu olan kamyonun arka bagaj kapısı önünde oturmuşlar, Azapert (Adaklı) nahiyesine kadar gelmişlerdi. Karayolu taşıtlarının gelebildiği son nokta burasıydı. Bundan sonra gidilmesi gereken köylere yaya olarak patika ve kağnı yollarından ulaşılabiliyordu. Bin dokuz yüz elli beş yılında o bölgede ulaşım böyle sağlanıyordu.
Geceyi İbrahim Ağa'nın konağında geçirdiler. Nahiyede otel ya da han yoktu. Buraya gelip konaklamak zorunda olanlar, özellikle devlet görevlisi kişiler o gece İbrahim Ağa'ya misafir olurdu. Sabah erkenden kahvaltılarını yapmış, yola çıkmışlardı. Beş saattir yürüyorlardı. İki yıla yakındır Kiğı karakolunda askerliğini yapan Kayserili onbaşı, arasıra görev gereği geldiği karakol mıntakasında olan bu köylerin yollarını az çok biliyordu. Tezkeresine daha bir yıl kadar vardı. Çorumlu er, geleli daha altı ay olmamıştı...
*****
Yarım saat kadar dinlendiler.
"Geldik sayılır, bir saatlik yolumuz kaldı" dedi onbaşı.
Çorumlu er uzandığı yerden kalktı, çömeldi.
"Onbaşım" dedi.
"Haberi nasıl vereceğiz?"
Canı sıkıldı onbaşının.
O da kalktı doğruldu. Aklına nedense kendi babası, annesi, ailesi geldi. Derinden bir iç geçirdi.
"Bilmiyorum" dedi.
"Haydi kalk gidelim."
Onlar ayağa kalkınca ağacın dalına konan iki ardıç kuşu da uçup gitti...
*****
Güz mevsimiydi.
Yaylacılar köy evlerine dönmüştü.
Ekinler biçilmiş, harman kaldırılmıştı.
Hayvanlar için kış yiyeceği olan çayır otları biçilmiş, ağıla* yakın, iki katlı ev yüksekliğinde balya, balya üstüne yığılmıştı.
Bostanlarda ekili sebzelerin, elma, armut, ceviz gibi meyvelerin son hasatı yapılıyordu.
Doğa tamamen sarıya bürünmüştü.
Mercan ovasında, biçilen ekin tarlalarına, otları toplanan çayırlara küçük baş, büyük baş hayvan sürüleri, atlar, taylar bırakılmıştı. Arta kalan kuru otlar kar altında kalmadan karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı...
"Jandarmalar geliyoooorrr" diye bağırdı, onları ilk gören köylü çocuğu.
Sesi duyan kızlı, erkekli bir düzine çocuk daha geldi yanına.
İçlerinden biri;
"Haydi kaçalım" dedi.
Çil yavrusu gibi herbiri bir yana dağıldı.
Yaramazlık anlarında anne ve babaları; "jandarma çağırırım bak!" diye korkutmuşlardı onları çünkü.
Erkekler, kadınlar kapı önlerine çıktılar. Bütün gözler jandarmalara çevrildi bir anda. Jandarmaların gelmesi hayra alamet değildi. Çok önemli bir olay yoksa taa Kiğı'den kalkıp buralara gelmezlerdi pek...
Yaklaştıkları ilk köylüye onbaşı sordu.
"Burası Mercan köyü mü?"
"Evet, Mercan köyü."
"Eşref Kayaoğlu'nun evi hangisi?"
Köyün biraz dışında olan evleri gösterdi köylü.
Jandarmalar başka birşey sormadan oraya doğru yürüdüler.
*****
İkindi vaktiydi.
Eşref, en büyük oğlu Mehmet'i yanına almış, boş olan harman yerinde kağnı arabasının kırılan tekerleğini tamir ediyordu.
Altmış beş yaşlarındaydı.
Çocukluk yılları cihan harbi dönemine denk gelmişti. Rusların Doğu Anadolu'yu işgali sırasında bütün bölge halkıyla birlikte yerlerini, yurtlarını terketmiş, taa Malatya'ya kadar gitmişlerdi. Seferberlik sonunda köyüne geri döndüğünde on altı, on yedi yaşındaydı. Aile fertlerinin hemen hepsi yollarda çeşitli hastalıklardan ölmüştü. Sağ kalan bir kızkardeşi, iki amca kızıyla birlikte dededen kalan bu topraklar üstünde yeniden düzenlerini kurmuştu.
Simdi beş oğlu, dört kızı, onlarca torunu vardı. Çocukları yetişkin çağa gelinceye kadar çok zorluklar çekmişti. Jandarmalar uzaktan görülünce elini güneşe siper edip baktı.
"Hayırdır inşallah" dedi seslice.
Jandarmalar yanlarına gelip selam verdiler.
Mehmet koşup iki minder getirdi. Bir ağaç kütüğü çekerek üstüne koydu. Oturdular.
Halhatır sormadan sonra onbaşı;
"Adın ne baba" diye sordu.
"Eşref" dedi.
"Benim de iki oğlum sizin gibi asker" diye ekledi.
"Allah kavuştursun" diyen jandarmaların yüzünde belirgin bir üzüntü dalgası oldu.
Çorumlu er başını öne eğdi.
Onbaşı yutkundu.
Nereden gelip nereye gitiklerini sordu Eşref.
Memleketlerini sordu.
Terhislerine ne kadar kaldığını sordu.
Kısa ve kaçamak cevap verdi askerler.
Birşey söylemek isteyipde söyleyemediklerini sezdi ama üstelemedi.
Bir süre daha sohbet ettiler.
Sonra;
"Uzun yoldan geldiniz, acıkmışsınızdır. Haydi eve geçelim" dedi Eşref.
"Olur" dedi onbaşı.
Mehmet önden koştu. Evin duvarı dibinde onları merakla gözleyen kadınlara birşeyler söyledi. Kadınlar dönüp eve girdiler.
Ceviz ağacının dibine kümelenmiş Eşref'ın torunları tedirginlik içinde gözlerini jandarmalardan ayırmıyordu. Çok sık gördükleri yolcular değildi bunlar çünkü...
Evin salonununa geçip oturunca, kadınların bulunduğu tarafa seslendi Eşref.
"Askerler aç, yiyecek birşeyler getirin."
Askerde olan Mustafa'nın hamile karısı Rabia çoktan ocağa koşturmuştu. Tereyağına sekiz, on yumurta kırdı. Sabah yaptığı yayık ayranından kalaylı bakır tasları doldurdu. Geniş tepsinin üstüne koyduğu saç ekmekleriyle birlikte getirip askerlerin önüne koydu...
*****
Yemeklerini yiyip çaylarını içti jandarmalar.
Eşref, ceviz ağacından kendi yaptığı piposunu çıkardı. Sapsarı Muş tütünü dolu gümüş tabakasından bir tutam alıp içine doldurdu. Bir deste arap kağıdıyla birlikte tabakayı askerlerin önüne itti.
"İçiyorsanız sigara sarın" dedi.
Yüzünü askerlere çevirdi. Sakin bir ifadeyle devam etti;
"Eee, siz buralara boşuna gelmezsiniz. Deyin hele, gelişiniz hayır mı, şer mi?"
Jandarmalar birbirine baktı. Hüzün dalgası tekrar gelip yerleşti yüzlerine. Derin bir iç geçiren onbaşı nihayet cesaretini topladı. Başını öne eğdi, zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı.
"Eşref baba, aslında biz sana bir haber getirdik. Ama nasıl söyleyeceğimizi bilmiyoruz" dedi.
Ceketinin cebinden sarı bir zarf çıkardı, Eşref'e uzattı.
"Bunu askerlik şubesi size vermemiz için gönderdi. Erzurum'da askerlik yapan oğlunuz Bahri'nın kara kağıdıdır*. Başınız sağ olsun."
Elinde piposu, öne doğru eğilmiş olan Eşref'in gözleri sabit bir noktada donuklaştı. Yüz çizgilerinde bir seğirme oldu. Vücudundan tüm kanı çekildi sanki. Öylece kala kaldı...
Büyük oğlu Mehmet'in figanına diğer oğulları Mehmetşirin ve Halit'ın figanı, karısı Serayi'nin, kızlarının, gelinlerinin feryat figanı karıştı. Yaşı biraz büyük olan kızlı erkekli torunlarının feryat figanı karıştı. Canhıraş dışarı çıkıp kendini yerlere atan hane halkının feryat figan sesleri dağı taşı inleterek ilerideki Mercan köyüne kadar ulaştı.
Bir tek Eşref ağlamadı...
Kara haber tez yayıldı. Çevre köylerde herkes, Eşref'ın oğlu Bahri'nın askerde öldüğünü, kara kağıdının geldiğini duydu...
*****
Oğlunun ölüm haberi geldiği gün ağlamayan Eşref, sonraki her gün evinden çıkıp, askere gitmeden yıllar önce Bahri'nın diktiği kavak ağaçları altına gitti. Orada oturup sessiz sessiz ağlayarak gözyaşı döktü...
İki ay kadar sonraydı.
Hamile gelini Rabia doğum yaptı.
Bir erkek çocuğu oldu.
Kara kağıdı gelen Bahri'nin aylardır yasını tutan aile, bu doğum haberiyle sevince boğuldu.
Adını koyması için bebeği Eşref'ın kucağına verdiler.
Torununu kucağına aldığı an, günlerden sonra ilk defa yüzüne bir gülümseme geldi.
Selasını okudu, eğildi kulağına;
"Senin adın Bahri olsun, senin adın Bahri olsun, senin adın Bahri olsun" dedi...
*****
Bahri büyüdü.
Annesi Rabia birgün aldı karşısına, kendi AD hikayesini ona böyle anlattı...
*****
Bahri Kayaoğlu / Eşref Dede
19 Ocak 2024 / Köyceğiz
AĞIL:
Sığır, keçi, koyun gibi hayvanların barındığı etrafı duvarla çevrili yer.
KARA KAĞIT :
Eskiden, askerde ölen birinin ailesine haber vermek için askerlik şubesi tarafından düzenlenip gönderilen başsağlığı yazısı.
*****