Kavaklıdere’deki bir kafede şiir dinletisine katılacaklardı dedeyle torun. Vites kolunun önündeki kutuda duran dedesinin telefonuna uzandı çocuk.
“Dede sen araba kullanıyorsun gideceğimiz yerin adresini söyle navigasyona çizdireyim senin dikkatin dağılmasın” dedi.
“Boşuna internet harcama, navigasyona gerek yok, gideceğimiz yerin adresini biliyorum. Kavaklıdere’de Büklüm Caddesine gidiyoruz. Bence gözlerini telefonla yoracağına çevreyi seyret, görmediğin yerleri görmüş olursun. Bak gözlerin kan çanağına dönmüş.”
“Okul servisiyle giderken buralardan her gün geçiyoruz. Biliyorum buraları dede” dedi torun.
Çetin Emeç Bulvarından geçerken ışıklarda durduklarında torununun izlediği videodaki sesi duyunca,
“Oğlum izleme şu saçma sapan şeyleri, YouTube videolarını izlememen gerektiğini kaç kez söyledik sana! Hem o yalaka herifin videosunu izlemek de nerden çıktı durup dururken!”
Özerklik duygusu gelişmiş, sorgulayan, özgür düşünebilen, girişebilen bir kişilik yapısına sahipti torun. Dede mede dinlemiyordu.
“Ama dede bu adam bir zamanlar ‘Çocuklar Duymasın’ diye bir dizide oynuyormuş. Ünlü bir sanatçıymış. Ayıca çocuklar neden duymasın? Çocuklar ailenin bir bireyi değil mi? Anne babaların bu ‘Aman çocuklar duymasın! Aman çocuklar görmesin!..’ davranışlarını da hiç sevmiyorum. Çocukların hiçbir şey bilmediğini sanıyorlar ama çocuklar her şeyi görüyor ve biliyor” diye bilmiş bilmiş konuşmaya başladı on iki yaşındaki torun.
Dede, pısırıklık etmeyip karşısında çatır çatır konuşan torununa hayranlıkla baktıktan sonra “Çocuklar Duymasın” dizisindeki repliği tekrarladı:
“A naaaaa!.. Ba ba ba baaaa! Bak seeeen!”dedi. Gülüştüler.
Uzun bir sessizliğin arkasına gizlendi ve kendi kendine:
“Zamane çocukları, bizim zamanımızda böyle miydi? Bırak dedeyi, anamızın babamızın karşısında bile gıkımız çıkmazdı” diye mırıldanmaya başladı.
“Güç bir durumdan kurtulmak için soru sormak gibisi yoktur” derler. Dedesinin video izlemesine izin vermemesi üzerine, soru sormaya başladı torun.
“Dede, sen neden yalaka dedin az önce izlediğim o sanatçıya? Eskiden saraylarda soytarılar olurmuş, padişahları güldürürlermiş. Yalakalık da buna benzer bir şey mi?”
Trafikteki tıkanıklığa yoğunlaşan dede:
“Eyvah! Trafik tıkandı, umarım bir kaza değildir. Kazaysa hayli bekler, etkinliğe yetişemeyiz” diye kaygılanmaya başladı. Çok geçmeden üç kollu trafikteki akış tamamen durunca dede torun sohbete başladılar.
“Evlat, Geçmişten günümüze, insanların kimi dalkavuk olur, kimi soytarı, kimi de yalaka… Soytarılık, dalkavukluk ve yalakalık birbirinin aynı gibi bilinse de birbirinden farklı davranış biçimleridir. İmparatorluk düzeninin soytarıları, saray soytarıları olmuştur. Her sarayın bir soytarısı olmuş, bazı saraylarda birden çok soytarı bulunmuş ama ne var ki hiçbir soytarının bir sarayı bile olmamıştır.”
“Bu özelliklere sahip insanlar sevilir mi?” dedi torun.
“Onlardan hoşlanan insanlar da yok değildir. Bu insanlar, kendisine beğeni ifadeleri sunanlarla, kendisini beğenenlerle birlikte olmaktan büyük zevk duyarlar. Kendilerine yaltaklananları etraflarında toplamaya, onlarla zaman geçirmeye ve onların anlattıklarına bayılırlar.”
“Parkta oynarken tanımadığım bir adam benim yaşlarımdaki yabancı uyruklu bir çocuğa ‘Hadi oradan soytarı!’ demiş, ben de adamı ayıplamıştım.
“Soytarı, iki anlamlıdır. Bazen hakarettir, bazen sert eleştiridir. Tarihteki soytarılar kralı uyarır, açıkça kraldan çekinmeden gerçeği ve düşüncelerini yüzüne söylerler.
İlhan Selçuk adında ünlü bir yazar vardı. Sen doğmadan iki sene önce öldü. Bir yazısında soytarı ile dalkavuk arasındaki farkı anlatmıştı. Aklımda kaldığınca:
“Soytarı balonları iğneler. Dalkavuk balonları şişirir.
Ne olursa olsun, ister yüksek bir makamda otursun ister bir yargı kurumunda bulunsun. İster bilim insanı kılığına bürünsün ister kalem erbabından sayılsın. Dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler yazarlar.
Çünkü soytarının zaman zaman efendisini uyardığı görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak yükselmek kimseye nasip olmamıştır” diye anlatıyordu İlhan Selçuk...
“Şimdi daha iyi anladım soytarıyla dalkavuk arasındaki ayrımı”
“Yalakalığa gelince…” diye anlatmaya başladı dede:
“Günümüz koşullarında dalkavukluğun uygun tanımı yalakalıktır. Ezilmiş insan kitlelerinin kendilerinden üstün olan her şeye veya herkese tapma refleksidir. Yalakalar, özsaygısını yitirmiş kişilerdir. Çıkarları için başkalarına gereksiz yaranmalarda bulunurlar. Çıkar beklentisi içinde karşıdakinin gönlünü hoş tutma, sözde özveride bulunma, şakşakçılık yapma anlayışıdır yalakalık.”
Trafik yavaş yavaş akmaya başlamıştı.
“Dedeee, sen hiç yalaka bir insanla karşılaştın mı?”
“Çooookkk! Çalıştığım yıllarda üniversiteye büyük bir stadyum yapılacaktı. Projeler yapıldı, ihale hazırlıkları tamamlandı ve ihale edilen işin bitme aşamaları yaklaştı. Rektörünün amacı yeni açılacak olan stadyumda üniversitelerarası futbol yarışmaları düzenlemek, üniversitenin tanıtımına katkı sağlamaktı. Stadyum koltukları kentin futbol takımının renginde olacaktı. Kapalı tribünün karşısındaki açık tribüne, kırmızı renk koltukların arasına sarı renk koltuklarla “……. ÜNİVERSİTESİ” yazılması projelendirilmişti. Sayılı gelen sarı renk koltuklardan dört tanesi nakliye esnasında kullanılamayacak derecede kırılmıştı. Yeniden sipariş verildi ve gelmesi biraz zaman aldı.”
“Koltukları kırdınız diye rektör sana kızmadı mı?”
“Hayır canım! Neden kızsın? O sıralar il dışındaydı rektör. Yazının tamamlanmama gerekçesini telefonda anlattım, o da uygun karşıladı. “Önemli değil, iki harf eksik kalsın koltuklar geldiğinde tamamlanır” dedi. Yazı, eksik koltukların yeri boş bırakılarak “……..ÜNİVERSİTE” olarak yazıldı. Yazının ardından, ‘Stadyumun yazısı eksik yazılmış! Bu nasıl bir yapı dairesi? Yarın rektör döndüğünde ne der?’ dedikoduları yayıldı kampüse. Bu dedikodular akademik kesimin dışına taştı. Koltuklar, lojmanlardaki kadın günlerinde bile pastaya, böreğe, kısıra meze edildi. Rektöre giden şikâyet telefonlarının ardı arkası kesilmemişti.
“Dede konuşmaya daldın, az kalsın sağdaki araba bize çarpacaktı!”
“Neden çarpsın oğlum, herkes yolunda ilerliyor.”
“Sanırım sol şeride geçecekti. Çok korktum dede, babam ya da annem olsaydı bağırıp çağırırlardı o arabaya, senin hiç sesin çıkmadı, çok sakinsin” dedi torun.
“Ne anlattığımı da unutturdun bana… Nerede kalmıştık?”
“Seni rektöre şikâyet ediyorlardı, orada kalmıştın dede”
“Evet, şimdi anımsadım… Birkaç gün sonra rektör üniversiteye döndü. Aynı gün, Moskova’daki üniversitelerden birinden eğitim fakültesi müzik öğretmenliği bölümüne okutman getirmek üzere görevlendirilen fakülte dekanı ve yardımcısı da dönmüştü.
Üniversiteye dönen rektörün ilk işi stadyumun son durumunu görmek oldu. O da aklını inşaatlarla bozmuştu! Yardımcıları ve başkalarıyla birlikte stadyuma gittik. Bunu fırsat bilen eğitim fakültesi dekanı da son anda, kan ter içinde kalabalığa karıştı. Rektörün yanındakileri yara yara yanına geldi ve elindeki gazete kâğıdına sarılı şişeyi rektöre uzattı. Be hey görgüsüz! Bari bir hediye paketi yapsaydın. Hadi onu beceremedin, bir poşet içinde getirseydin. Gazeteye şişe sarmak nedir!
‘Hocam, ‘Belenkaya Gold’ Rusya’nın en iyi votkası, çok beğeneceksiniz’ dedi.
Dekanın elindeki şişeyi almayan rektör, iç sesiyle “Ulan yaşın benden büyük olmasa, profesör olmasan, şurada bu kadar da insan olmasa o şişeyi senin kafanda parçalardım ama neyse…” dercesine ters ters baktı dekana. Rektörün bakışındaki anlamı bile çözmekten aciz olan dekan, rektörün gönlünü almak için aynı pişkinlikle:
‘Hocam, karşıdaki yazıyı eksik yazmışlar, akşam uçaktan iner inmez eşim söyledi telefonda. Ben de ‘Rektör görmemiştir, görse onu yazdıran daire başkanını görevden alırdı’ dedim.’
Rektör alaycı bir edayla:
‘Gördüm hocam gördüm! Yapılan iş bilgim dahilinde yapıldı. Koltuklar nakliye sırasında kırılmış. Yarın gelecekmiş, geldiğinde yerine monte ederler, koca koca akademisyenler de bu kaygıdan kurtulur! Meğerse ne de büyük kaygılarınız varmış yaaa!’ diyen rektörün sözleri ortamda soğuk duş etkisi yarattı. Beni şikâyet eden dekan ters köşeye yatmıştı.
Büyük vaatlerle, görevlendirilerek gittiği Moskova’dan başarısız dönmüş olmanın ezikliğini bir başkasını karalayarak gidermeye çalışmıştı dekan.”
Kafeye yakın bir otoparka girmek üzereydiler. Torununun başını okşayan dede:
“Güzel oğlum, bu anlattığım öyküden, yalakalığı daha iyi anlamış olmalısın. Kendi yapacak ve övünecek bir şeyi olmayan kişilerin özendiği bir başka kişiye yaranma davranışıdır yalakalık.
Kendi sorumluluğundaki bir kültür merkezinin bakımsızlığından şikâyet ederek onu başka bir kurumun ayıbıymış gibi görsel basın aracılığıyla yaymaya çalışan kamu görevlisinin yayınladığı videoyu az önce izliyordun. İşte bu adamın yaptığı davranış, kendisini o makama taşıyanlara olan yalakalığıdır.”
Dedeyle torun arabalarını bıraktılar ve koşar adım şiir dinletisine yetişmeye çalıştılar. Ünlü yazar ve şair Şükrü Erbaş’ın programı başlamıştı. Kimseyi rahatsız etmeden, topuklarının ucuna basa basa uygun bir masaya oturdular. Yaklaşık üç saat boyunca Şükrü Erbaş’ın kendi ağzından şiirlerini ve söyleşisini dinlediler, dinletinin sonunda kitaplarını imzalattılar.
Kafeden ayrılırken “Dedeciğim, bugün unutamayacağım bir gün yaşattın bana. Hem başından geçen önemli bir olayı güncel bir olayla örnekleyerek anlattın hem de Şükrü Amca’yla tanıştırdın beni. Sana çok çok teşekkür ediyorum” dedi Ardacan…
Fatih DULKADİROĞLU (30.03.2024 Ankara )