Yaşça benden büyük olanlar iyi hatırlar; eskiden düğün yapacak kimseler bunun için resmi makamlara haber verirlerdi. Karakola haber verilirdi mesela. Karakol amiri işi yokuşa sürerse, onun gönlünün olması beklenirdi. Karakola haber verilince, yetkililer sözümona “gerekli önlemi” alırlardı. Neye karşı önlem? Ola ki bir iki kendini bilmez kişinin alkolün etkisiyle taşkınlık yaparak, mahallenin huzur ve sükûnunu bozmasına karşı!
Sanıyorum, ünlü vali Nevzat Tandoğan’dan kalma bir sıkıdüzen uygulamasıydı bu. Belki yasal dayanağı da vardı, bilemiyorum, ama dönemin işgüzar kolluk gücü tarafından pek bir benimsenmişti anlaşılan. Düğünün ilerleyen bir saatinde, fır fır nohutlu düdük ötürmeleriyle bir bölük mahalle bekçisi baskın verircesine sökün eder, davetliler arasında taşkınlık eden sarhoş denetlemesi yaparlardı. Düğün sahibi kimse, ya da düğünün sağdıcı, yahut kirve hemen seğirtir, sokak kapısı önünde kolluk gücü mensuplarını karşılar, içeriye buyur ederler, kabul buyururlarsa onlar için özel masa kurulur… Bir yandan taam ü işret eylerken bir yandan da kimse çıt çıkarmasın diye çatık kaş altından “suçlu tespitine” çalışırlardı.
Karakola haber vermeden düğün yapmak kimin ne haddineydi! O saat düğün evi basılır, düğün dağıtılırdı. Önceden başvuru yapılırsa, çoğu zaman resmi bir yazıyla izin verildiği belgelenirdi. İzin de, tabii belli saatleri kapsardı. “En geç gece on bire kadar” denildi mi, o saatte düğün evi sahibi, henüz kafası tütsülenmiş konuklarla karakol arasında sıkışıp kalırdı! Hatırlı biri karakola koşar, bir saatçik daha koparmak için yalvar yakar olurdu amir efendiye!
Şaka gibi gelir şimdi bu anlattıklarım, ama bir kuşağın anılarında sayısız örneğiyle hâlâ yaşıyordur, eminim.
Bir de daha eskiden düğünler, “men’i israfat” yasası gereğince devletçe yasaklanmış! Zor koşullar altında Kurtuluş Savaşı veren yoksul toplumda, gereksiz yere masraf yapılıp savurganlık edilmesin diye. Bizim çocukluk yıllarımızda artık uygulamadan kalkmıştı bu yasa, ama büyüklerimizden işitirdik böyle bir şeyin varlığını.
“Çok şükür, o günler geride kaldı” derlerdi.
Malatya’da düğün denilince önce çalgıcılar akla gelirdi elbette. Çünkü yapılacak düğünün keyifli, şen geçmesinin sihirli anahtarı onların elindeydi. Davulcular, zurnacılar, kemancılar, cümbüşçüler, klarnetçiler, darbukacılar, tefçiler… Kuşaklar boyunca düğünlerin baş oyuncularıydı.
Benim çocukluğumda Davulcu Hasan, Zurnacı Abuzer, Kemancı Kalender, Kemancı Hasan (ki, zurna da çalardı) ve kardeşi Darbukacı Muhlis, Kemancı Hacı… adı en çok geçen çalgıcılardı. Daha sonra Elazığlı bir klarnet ekibi de düğünlerde boy gösterir oldu. Tenekeciler Çarşısı’nda dükkânları vardı bu klarnetçilerin. Adları belleğimde kalmamış, ama içlerinden birinin yüzündeki şark çıbanı, kıvırcık saçları bugün gibi gözlerimin önünde. Ekibin bir de darbukacısı vardı; lakabı Horoz! Horoz’un yüzü burnuna kadar yanık izleriyle müzeyyendi. Kâh darbuka çalardı, kâh tef… Bir yandan klarnetin, kemanın kıvrak nağmelerine darbukasıyla katılırken, o coşkuyla kendini müziğin ritmine kaptırır, bütün bedeniyle çalar/oynardı.
Bir de eskiler Davulcu Mıstalo’dan söz ederlerdi. Uzun boyu ve şişmanlığıyla ünlü bir davulcu. Öldüğünde, tabutunun kapağı kapanmamış diye anlatırlardı.
Davulcu Mıstalo’yu görmüş olabilirim, ama belleğimde onunla ilgili bir resim belirmiyor. Sanıyorum, benim yetişme çağımda o artık hayatta değildi.
Hayatta olmayıp da, adı aramızda yaşayan çalgıcılar da vardı elbet. Mustafa Kuşçuoğlu’dan sordum, o da bunlardan birkaçını hatırlıyor: Kemancı Arakir, Tefçi Zöhre, Dümbelekçi Kör Sait…
Bir de Orduzulu kardeşler mi vardı? Gerçekten Orduzulu muydu onlar? Belki aklımda öyle kaldı. Zurnacının adı Mustafa olabilir. Köşeli kasket giyer, ortadan kısaca boylu. (Şimdi bizim dönemin ihvanları hemen hatırlayacak, kuşkum yok.) Yüzü, ayan beyan gözlerimin önünde. Zurnada peşrev olmaz sözünü tersyüz eden adam! Başka deyişle, zurnayla peşrev yapacak kadar usta bir icracı! Yetmişli yıllara kadar ne zaman İstanbul’da Malatya gecesi düzenlense, onu hep çağırmışlardır. Memleket havalarını estirsin diye. Gün gelecek, terk-i dünya eylediğini işitecektik.
Kemancı Kalender kır saçlı, gözünün biri yumukça, şık giyimli ve oldukça neşeli biriydi. Roman kökenli olduğuna ilişkin bir söylenti de vardı hakkında. Vebali söyleyenlerin boynuna. Çavuşoğlu’nda, Kilisenin biraz berisinde bakkal dükkânı işletirdi. Kendisi düğünlere gittiği için dükkânda bulunmaz, daha çok karısı Şadıman satış yapardı.
Malatya’nın içinde Kalender’e pek itibar edilmezdi çalgıcı olarak; ağırbaşlı olmayışından ötürü. Bir gün, bir düğünde, şu türküyü çalıp söylüyordu:
Kar yağıyor, yağıyor
Kürkümü giyeceğim.
İhtiyara varıp da
Baba mı, diyeceğim?
Oğlan mailem, mailem
Sözüne de kailem, kailem
Eniştem bana pişt demiş,
Yalan da aslanım yalan…
Türkünün, “Eniştem bana pişt demiş” dizesini söylerken, yan tarafında oturan bir genç kızı dürtüyordu şaka yollu. Kız huylanıyor, ama beriki şakasını sürdürmekten geri kalmıyordu. Ara da bir de “kalk oyna” diye ısrar ediyor...
Bir defasında dayım arabasıyla bir yerlerden Malatya’ya doğru gelirken, bir bölük köylünün Kalender’i kovaladığını görmüş. Yanında de oğlu mu varmış, ne? Kalender soluk soluğa arabaya yetişmiş:
“Aman!” demiş. “Aman kurtar beni! Ne istersen veririm! Beni öldürecekler!…”
Atını kamçıladığı gibi kaçırmış ordan Kalenderi, dayım. Köylüler arkasından bakakalmış.
“Evine yaklaşınca arabadan atladı, herhangi bir ücret de ödemedi!” diye anlatıyordu dayım gülerek. “Para isterim korkusuyla öyle acele kaçtı ki, oğlunun ceketini de arabada bıraktı!” Kırmızı renkli bir ceketti, aklımda kaldığına göre.
Oysa Kemancı Hasan, Malatyalıların gözbebeğiydi! Ne zaman bir düğün dernek söz konusu olsa, akla ilk gelen adamdı o. Haftalar öncesinden Keman’cı Hasan’ı bulup söz alırlardı ondan. Bir kez söz alınınca artık insanların gönlü rahat olurdu. Özellikle düğün mevsiminde pek rağbetteydi Hasan. Eski Samanpazarı’da, havuza bakan bir kahvede bulunurdu çoğunlukla. Orası, o takımın mekânıydı. Kapının önüne atılmış iskemleye yan otururdu genellikle, öyle görürdüm. Üzerinde lacivert bir takım elbise, beyaz gömlek olurdu. Lacivert pantolonunun paçasına sinen tozları silkerdi arada bir. Kırmızı yüzlü, orta boylu, ciddi görünüşlü bir adamcağızdı. Yumuşak başlıydı; keman çalarken hiçbir isteği geri çevirmez, herkesin gönlü hoş olsun isterdi. Hasan hangi düğüne çağrılırsa, kardeşi Muhlis de ekibin içinde yer alırdı mutlaka. İki kardeş düğün boyunca gizli ya da açık demlenirler, içmekten gözleri kanlanır, ama asla sarhoş cıvıklığına düşmezlerdi. Türkü söylerken dilleri dolaşmazdı. S’leri Ş biçiminde söyleyişi, sarhoşluktan değil, dilinin özelliğindendi.
Kemancı Hasan’ı bazı ramazanlarda bahşiş toplayan davulcunun yanında zurna çalarken görürdük. Kırmızı yanaklarını şişire şişire zurnasını çalardı. Hangi sokaktan geçseler, bir bölük çocuk adeta serçe sürüsü gibi izlerdi onları. Nasıl izlemesinler? Kaç zamanda bir geçerdi böyle davullu zurnalı şenlik? Çocuklar kâfileyi izlemekle de kalmaz, istekte bulunurlardı, evet! Davulcuya rica ederlerdi mesela; “Arabı bi daha çal!” diye. “Arap” bir parçanın adıydı. Davulcu da, “Bana söylemeyin, zurnacıya söyleyin. O ne çalarsa ben de onu çalarım,” açıklamasında bulunurdu. Bu kez zurnacının çevresini alırdı çocuklar. Zurnacı çocukları kırmaz, belki onuncu kez yinelerdi aynı havayı. “Arap” dedikleri nasıl bir havaydı? Oynak mı, yanık mı, hüzünlü mü? İçli mi?
Ramazan ayı boyunca Müslümanları oruca kaldıran davulcu, bahşiş toplama günlerinde nedense yanına zurnacıyı da katardı. Daha bir şenlikli olsun diye belki. Nağmeyi yaratan zurnacıydı çünkü. Kendisi ona eşlik ediyordu yalnızca. Sahurdaysa tekdüze bir tempoyla çalıyordu davulunu. Bahşiş günü gelip çattığında davulla zurnanın birlikteliği beş mahalleyi birden ayağa kaldırıyordu neredeyse. Önleri sıra katırlar, eşekler olurdu. Bir kişi de hayvanları sürer, onların sırtındaki torbaları doldurmaya bakardı. Hayvanların sırtına değişik torbalar bağlanmış olurdu. Değişik bulgur torbaları, yağ kabı… Verilen bulgurun türüne göre torbasına boca edilirdi. Bir büyük sahan ya da bir tas dolusunca… Kimileri bulgurun yanı sıra bir kepçe kavurma ya da sadeyağ verir, o da memnuniyetle kabul edilirdi. Bulguruna, kavurmasına kıymayanlar da çıkarıp gümüş elli kuruş verirlerdi ki, bu paralar da içlerinden birinin cebinde birikirdi.
Ramazan ayı içinde düğün olur muydu? Bu da soru mu şimdi? Elbette olmazdı! Ramazan ibadet ayı. Düğünse yenilip içilen bir şölen. Yeme neyse de, içme dediniz mi, günah bahçesine doğrudan adım atmanın ta kendisi! Bu nedenle düğünler hep bayram sonrasına denk getirilirdi.
Söz kesilmiştir mesela. Yüzükler takılmıştır. Mağazalara, kuyumculara gidilmiş, çeyizler, takılar alınmıştır… Ama eğer gelin düğünle getirilecekse, mutlaka ibaret ayının geçmesi beklenir… Hatta bu konularda bir kuşkulu durum varsa, ya çevredeki “ilmi derin” bir hocaya ya da müftüye danışılır, ondan “yapılabilir” diye fetva alınır…
Malumdur ki, düğün iki nedenle olur: Çocukların sünneti, yetişkinlerin evliliği. Bazen iki düğünün bir arada yapıldığı da olurdu. Evin büyük oğlu evlendirilir, onun düğününde küçük erkek kardeşler de sünnet edilir. Böylece iki kutlu olay için ayrı ayrı düğün kurmak gerekmez. Hatta aynı düğünde konu komşunun, özellikle de yetimlerin sünneti yapılır ki, bu vesileyle bir de hayır işi aradan çıkmış olsun… Yetimlerin hayattaki yakını alınmasın diye, çoğu zaman gizlilik içinde öneri götürülür. Hani, biz varlıklıyız çocuklarımıza düğün yapıyoruz, size de lütfediyoruz biçiminde anlaşılmasın kaygısıyla, konu çıtlatılır, ailenin oluru alınırdı. (Bu inceliği anımsarken gözlerim yaşarıyor şimdi!)
Düğün her mevsimde yapılabilir. Yalnız kışın yapılacak düğün kapalı mekânlarda olacağı için, ona göre düğün evinin geniş odaları, salonları olmalıydı.
(Bir de, bir inanç vardı Malatya’da: Eski kuşaklar, erkek çocukların, yemek tavasının ya da tenceresinin dibini kazımasını istemezdi: “Düğününde kar yağar, çağam!” derlerdi. Ne kadar inanarak söylerlerdi bunu, bilemiyorum. Sivri zekâlı çocuklar bu kandırmaca karşında pes etmez: “Ben de kışın evlenmem!” yanıtını yapıştırırlardı. Saf çocuklarsa inanır, tavayı, tencereyi sıyırmaktan vazgeçerdi.
Düğün mevsimi genellikle yaz ve sonbahar aylarıdır. Yazın yapılmasının nedeni, geniş avlular, evin bahçesi, o olmazsa konu komşunun bahçesi emre amadedir. Evin odaları, salonları ayak altı olmaktan kurtulur. Kapalı avluda kadınlar eğlenir, bahçedeki ağaçların altına kurulan masalarda da erkek milleti… Kimi zaman, masa bile bulunmaz, yerlere serilen halıların, kilimlerin, minderlerin üzerine kurulan “erbab-ı işret” keyif otu koklardı.
Sünnet düğünlerinin yaz sonuna rastlatılması geleneği hâlâ süren bir gelenektir. Çünkü sonbaharda okular açılacak, sünnet ve düğün işleri gündem dışına çıkar.
Evlilik düğünlerinin yaza rastlatılmasının da haklı ve mantıklı birçok nedeni vardı: Kış hazırlıklarıyla çakışmaması gerekir mesela. Düğün dernek telaşı aradan çıkmalı ki, sıra bulgur kaynatmaya, değirmene kalkmalara gelsin. E, kışlık odun kırma, kışlık kavurma, ekşi kaynatma, tarhana kurutma, bastık yapma, turşu kurma, reçel kaynatmaya, tandır ekmeği pişirmeye gelsin, değil mi? Hane halkı, özellikle de kadınlar, kızlar, gelinler işten başını alamazdı bu dönemde. Hele bir de ramazan güz aylarına rastladı mı! Oruçlu ağızla işler yürütülürdü! İftar sofrası kur, sahur sofrası kur, çocukları okulları hazırla, yanı sıra da kış hazırlığı…
Çocukların okulu açılmadan, sünnetlerinin yapılıp iyileşmeleri durumu da var…
Bütün bu nedenler, düğünlerin yaz mevsiminde yapılmasını zorunlu kılardı.