Bizim zamanımızda böyle şimdiki gibi oyuncaklar mı vardı? Bilgisayar oyunlarını, elektrikli, lazerli oyuncakları düşümüzde görsek öcü sanıp korkardık belki de… Herkes oyuncağını ya kendi yapardı ya da büyüklerine yalvar yakar olup yaptırırdı... Hem de kemikten, kâğıttan, değnekten, çubuktan, telden, tahtadan… Hepsi çerden çöpten, uydurma kaydırma şeylerdi! Ama hepsi de bizlerin yaratıcılığının eseriydi. Malzememiz yerliydi. Bize özgüydü. Tüketime dönük değildi. Her Anadolu insanı gibi Malatyalı da evini kendi yapar, ekmeğini kendi pişirir, buna paralel olarak çocuk oyuncaklarını da kendi üretirdi.
Malatyalı bir ressam çıksa da, oturup kadim zamanlarda kalmış oyuncaklarımızın resmini çizse… Bir gün, kültür tezgâhında bezi olan bir yerel yönetime kavuşsak da, Malatya’da bir etnografya müzesi açılmasına önayak olsa! Eski ev eşyalarımız, eski kadın-erkek kıyafetlerimiz, çocuk oyuncaklarımız, demirci pazarında yapılan tarım araçlarımız, bakırcı kalaycı elinden çıkma mutfak gereçlerimiz, bitpazarında bile artık bulunamaz eşyamız bir müzede sergilense…
Bunu söylerken kör kuyuya taş attığımı da bilmiyor değilim.
Malatya bu bakımlardan talihsiz bir memlekettir!
Cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, alçaklı yüksekli onca bürokrat, bey, paşa, vali, holding patronu, anlı şanlı “eşhas-ı mühime” yetiştirmiştir amma, kimse kusura bakmasın, gönlünde, kafasında şuncağız kültür kaygısı taşıyan bir yöneticisi olmamıştır!... Daha da ileri giderek söyleyeyim: Malatya kültürsüzlük elinde heder olmuş, bütün kültürel değerleri hayattan silinmiştir! Son kırıntılar da silinmek üzere. Kültürle ilgisi bulunanların eline yetki geçmemiş, yetki sahiplerinin de kültür hayatıyla bağları olmamıştır!
Sanatla ilgilenmeyi, arabesk şarkıcı getirtip konser düzenlemek sananlardan, bundan öte ne bekleyebiliriz ki…
Çeyrek yüzyıldan beri her yıl kayısı festivali düzenlenir bu memlekette; yüz ağartıcı hiçbir etkinliği imza atılmamış, olumlu bir düzeyi yakalama becerisi gösterilememiştir bugüne kadar. Festival, tam bir festival! İçeriksiz, düzeysiz, renksiz, birer şablon niteliğinde! Eskinin çalgılı çengili sünnet düğünleri bile, kayısı festivallerinden daha sevimliydi bize göre. Daha folklorikti, daha yereldi... Daha özgündü.
Konuyu daha fazla uzatmayayım; çünkü uzadıkça insanın dilinin ucuna alınganlık yaratabilecek eleştiriler geliyor!
Birilerinin, rahmetli Deli Nusret gibi çıkıp öfkeli sözler söylemesi mi gerekiyor, bilemiyorum. Altmışlı yılların başında, Malatya’ya yapılacak üniversite Elazığ’a kaydırılınca, Deli Nusret namındaki o güzel insan öfkeyle çarşılarda dolaşarak, esnafı, tüccarı, Ankara’ya protesto telgrafları çekmeye yönlendirmişti. Çekilecek telgrafları da kendi yazmıştı önceden. Herkes Deli Nusret’in zılgıtı üzerine birer metin alıp postahanenin yolunu tutuyordu. Hiç değilse o dönemin insanları yönlendirmeye açık, iyi niyetli kimselermiş.
Gelelim eski zaman oyuncaklarına…
Küçük yaştaki çocuklara, kâğıttan kol saati yapılır, -haşa huzurdan- don lastiğinden de kayış takılırdı. Kenarı “digirikli” gümüş bir lirayı koyardınız kartonun üzerine, sabit kalemle bir daire çizerdiniz fırdolayı. Sonra o daireyi makasla kesip çıkarırdınız. Üzerine birden on ikiye kadar sayıları yazıp bir de akrep-yelkovan çizerdiniz. İki ucundan da lastik bağladınız mı, olurdu size kol saati. Takardık kolumuza, gözümüz gönlümüz ışıldardı mutluluktan… Saatim oldu diye çalımlanırdık.
Gazete kâğıdından asker şapkası yapar, başımıza kondururduk kimileyin. “Aha da asker oldun, hadi selam ver” derdi büyüklerimiz. Minik elimizi başımıza götürür selam verirdik. “İnşallah çağam büyüyecek, paşa olacak!” diyen analarımız, geleceğin getireceği veresiye mutluluğa peşin peşin sevinirlerdi.
Defter kâğıdından kayık yapardık sözgelimi. Önümüze bir leğen de su koyarlardı. Hadi yüzdür derlerdi. Suyu elle dalgalandırır, sözümona dalga yaratırdık. Kâğıttan kayık leğenin içinde sallandıkça heyecan yaşardık... Bugün seksenini devirmiş yaşlılara sorsanız, size şöyle diyecektir mutlaka: “Çağa dediğin onlardı anam, böyle sudan şeylerle avunur giderlerdi çok şükür. Şimdikiler öyle mi ya? Şimdikiler çağa değil anam, sanki deccalın uşakları!”
Bazen de çocuğun biri tuttururdu; kuş avlayacağım, bana sapan yap diye… “Oğlum etme eyleme, kuş dediğin de bir candır, yuvada bekleyen senin gibi çağaları vardır onun da… Kuş vurulmaz. Allah bize günah yazar sonra…” diye diller dökerdi anası. Ne fayda! Çocuk bu, sözden anlar mı? Sapan da sapan diye tuttururdu. “Akşam baban gelince söylersin, o yapsın,” diye başından savardı anası… Küçükken kandırılmamız, avutulmamız kolay olurdu da, büyüyüp elimiz bıçak tutmaya başlayınca, bu defa gidip kendimiz keserdik söğüdün dalını. Bıçağı elimizde gören analarımızın ödü kopardı, parmağımızı keseriz korkusuyla… Söğüt dalından sapan çatalını keser, çatalın iki başına iki lastik şerit bağlardık. Lastiklerin ucuna da iki parmak eninde meşin takardık… Olurdu sana adam gibi sapan! “Eli de bir yatkın ki işe… Sanki dersin, kırk senedir sapan yapmış eşek sıpası!” diyerek gizliden gizliye övünürdü bazı analar. Bu sefer de yalvarır yakarırlardı, kuşa atayım derken konu komşunun camını kırarız kaygısıyla. Tembih üstüne tembih edilirdik: “Bak, kimseyi kapımıza getirmeyesin ha!”
Kız kısmı oğlanlara benzemezdi. Onlar ananın dizi dibinde büyürdü çoğunca... Büyük sözünden çıkmazlardı. Bezden bir bebek yapılır, verilirdi ellerine; al kızıma oyuncak denirdi; sevinirdi kızcağızlar. Bebeğin başı ak çaputtan, zıbını güllü dallı pazenden olurdu mesela. Ak çaputtan yüzüne kalemle kaş göz, ağız burun yaparlardı. Başına da bir tutam saç… Kız kısmı o bebekle oyalanır dururdu. O zamanlar çilingirlerde satılan oyuncak beşikler de vardı. Malatya’da kız çocuğu olan hemen her evde bulunurdu o beşiklerden. Buğday arastasının oradaki marangozlar da tahtadan beşikler yapardı çocuklar için. Tahtayı kınalı kınalı boyarlardı öyle. Bez bebekler yatırılır beşiğe, ”öve neni bebek” sözleriyle sallanırdı beşik... “Öve” sözcüğü, Malatya çocuk dilinde “uyumak” anlamına gelirdi. Öve etmek, yatıp uyumak… Çocuklar bebekleriyle oynarken, anaların da kulağı rahat olurdu bir vakit. Köfte suyunu ocağa oturtur, kendisi, yaklaşan namaz için aptes almaya çıkardı avluya. Mesela.
Baharın ucu görünüp de ağaçların dallarına su yürüdü mü, Beydağı’na sultan nevruz toplamaya gidilirdi… O zamanlar Beydağı’nda ev mev nerde? Beydağı’na ev yapılması daha sonraların işi… Şimdi gibi gözümün önünde. Beydağı’na ev yapılmış diye, o günlerde herkes birbirine gösteriyordu. Orada ev yaptıranın aklına gülüyordu herkes! “Kurtları bekleyecek herhalde” diyerek alayla eğleniyordu Malatya şendiği. Derken, biri daha yaptırdı, biri daha, biri daha… Orası da oldu mu sana bir mahalle! Yolu yok, her yan çamur içinde. Evlerde cereyan yok. Ölsen ölünü yıkayacak bir sitil su bulunmaz; Derme’ye sitil indirip su çekilse, tabutunu kimler omuzlayıp da aşağı indirecekti?
Çamurdu, karanlıktı, susuzluktu derken, günler gelip geçti… “Kernek’in Dağı” diye beğenmediğimiz yer, oldu sana bir Aspuzu! Avratları oldu birer asri tango ki, vallah seni beni beğenmez!
Laf nerden dolaştı da geldi buraya? Sultan nevruz zamanı söğüt dallarına su yürür demiştik… Çağalar söğüt dalından süpsübü, düdük çıkarıp öttürürlerdi, he… Yaş çubuğu iki ucundan kesip, çakının sapıyla hafifçe vurarak gevretirdiniz. Şöyle bir iki sağa sola büktünüz mü, mübarek gevşer, kabuğunu salardı. Ağza gelecek ucu kazıyıp üflediniz mi, zurna gibi peşrevsiz öterdi o anda! Çağa olasın işte… Düdüğü, süpsübüyü öttürdükçe mutlu olup oyalanırdık gün boyu. Bir zaman da böyle geçerdi.
Gün olur, kibrit kutusundan tren yapıp oyalanırdık o yaşlarda. Kibritin paketi beş kuruştu o zamanın hükmünde. Beş kuruşa bir kutu kibrit alır, onunla haftalarca idare edilirdi. Ocağın yanındaki takada, davlumbazlı yer ocağının rafında, çağaların elinin yetişmeyeceği yerlerde saklanırdı kibrit. Çağadır bilmez, oyun oynayacağım diye kibriti alır, maazallah yangın çıkarır diye ödü kopardı büyüklerimizin. Kibrit bitince de kutusunu atmaz, birbirine ekler, ucuna da kaytan bağlayıp verirlerdi elimize ki, trencilik oynayalım…
Tren sürmekten usanınca, elimize dikiş makarasından yapılma telefon verirlerdi. Uzunca bir dikiş ipliğinin bir ucuna bir makara, öbür ucuna da bir kibrit kutusu bağlanırdı. Bunları yaparken de gösterirlerdi ki, nasıl yapıldığını öğrenelim. Becerikli olalım. Oturur bir de çağayla çağa olur, oyun oynarlardı bizimle.
Renkli cilt kâğıdıyla kendir çırpısından “tiyare” dediğimiz uçaklar yapar, çıkıp bağda, bahçede uçururduk… Bir de türkü tuttururduk o sırada: “Gökte uçan tiyare. / Selam söyle o yâre.”
Bazen de uzunca bir ağaç dalı verirlerdi elimize, al sana at, derlerdi. Haydi, bin de gez. O uzunca değneğin ucuna ip bağlardık, bu da atın yuları olurdu. Bir de ince çubuk: Atın kamçısı! Kamçıyı ata vurur, at tırısa kalkarmış gibi koşmaya başlardık. At gibi kişnemeyi de ihmal etmezdik hani… Biz koşunca yine seslenirlerdi arkamızdan: “Hızlı koşturma, yavaş sür atını!” Koşunca terleriz, gider terli terli su içeriz diye kaygı duyarlardı.
Küçükken kandırıp oyalamak kolay olurdu da, yaşımız ilerleyince evin içinde tutmak zorlaşırdı biz çocukları... Bu kez telden araba yapar, hadi sür, ama avludan dışarı çıkma, derlerdi. Araba dediğim ne? Yuvarlak iki tekerlek, ona takılı uzunca bir tel. Telin ucu yine direksiyon gibi kıvrılıp yuvarlakça bükülürdü. Ona da “dümen” derdik o zaman. Çağalar dümeni elleriyle çevirir, ağızlarıyla da düdük sesi, makine hırıltısı yaparlardı: “Rın, rınn, rıınnn…” Çocukluk işte. Ne görse onu taklit eder. Telden araba yapmak da öyle herkesin elinden gelmezdi elbet. Gider, komşu büyüklerden rica ederdik ki, bize araba yapsınlar.
Azıcık daha büyüyünce “kovboyculuk” oynardık. Kovboy tabancası olarak da çene kemiği kullanırdık. Evde kelle pişince, kellenin çene kemikleri atılmaz, biz çocukların eline oyuncak diye verilirdi. Yok, analar vermez; “nedesin o yağlı şeyi, elin kirlenir!” diyerek önce karşı çıkar, sonra ısrarımıza dayanamaz, “peki al” derlerdi.
Kovboyculuk oynamaktan bıkarsak elimize bir çember alır, çıkardık sokağa. “Ama uzağa gitmeyesin!” derlerdi bu kez. Kuvvetli “tembihat” verirlerdi: “Filancanın kapısına kadar git, ordan geri dön.” Geri dön denilmişse, döner gelirdik biz de. Zaten bir çağanın ilerde “asi” olup olmayacağı, böyle söz dinlemesinden belli olurdu.
Çene kemiğinden sonraki aşama mantar ya da çatapat tabancasıydı. Bu oyuncak daha çok bayramlarda alınır ve kullanılırdı. “Akıllı olursan sana bayramda dabanca alırım” vaadinde bulunan ana babaya, dayıya, amcaya, bayram gelip çattığında bu vaadi ısrarla hatırlatılırdı! Bizim çocukluğumuzda mantar tabancası kaç kuruştu? Bir lira civarında olabilir… Tabanca almakla bitmezdi iş; patlatmak için de tapa gerekiyordu... Herkes paketle tapa alamaz, bakkaldan çifti beş kuruşa taneyle alınırdı. Kimi ana babalar, çocuklarının, eline geçen parayı tapaya verip patlatmasına ifrit olur, zinhar yasaklarlardı. Bir yumurtanın beş kuruşa satıldığı devirde ne demekti, parayı tabaya vermek? Patlatıyor da, n’oluyordu yani? Eline ne geçiyordu? O yüzden akıllı uslu çocuklar tapa yerine gidip bakkaldan bir kutu kibrit alarak, anasından, “Aferim çağama! Getmiş de anasına kirpit almış gendi parasıynan! Uy ölem de, acını görmeyem…” biçimindeki övgü sözleriyle ödüllendirilmeyi tercih ederlerdi.
Buna karşılık, “boş ver ulan, patlat gitsin anasını satayım!” diyerek çocuğunu şımarmaktan mutluluk duyanlar da olurdu.
Bir de inek kılından top yapıldığını anımsıyorum. Sırtı kaşağılanan ineklerin ince, ipeksi tüyleri kaşağının dişleri arasında bikirdi. O tüyleri alır, yumak biçiminde yuvarlaya yuvarlara tenis topuna benzer bir şey yapılırdı. Lastik top gibi sıçramasa da, oyalanmaya yeterdi.
Yaş ilerlemeye başlayınca oyuncakların niteliği de değişirdi. Müziğe hevesli çocuklara ağız mızıkası alınırdı. İki çeşitti ağız mızıkası. Biri plastikten, uydurma, ucuz, atarlarda satılan mızıka; öteki de kadife döşeli kutu içinde, madeni pırıl pırıl parlayan, Beykoz Bonmarşesi gibi mağazalarda, belli başlı kırtasiyecilerde satılan mızıka… Bu ikinci tür mızıka mutlaka evde, uygun bir yerde saklanır, zırt pırt çıkarılmaz, sokağa taşınmazdı. Çoğu zaman da “büyüyünce çalarsın” derlerdi. Öyle her çocuğa da alınmazdı. Pahalıydı çünkü. Kaç lira mesela? On lira! Sünnetlerde makbul bir armağandı çocuklar için… Ama büyüklerimiz şöyle düşünürdü bu konuda: “Ona on lira vereceğime, beş lira verir kapaklı sahan alırım, hiç değilse bir işe yarar… Kullandıkça beni anarlar. Mızıkga da neymiş anam?”
Gece bekçilerinin düdüğünden edinmeye pek heveslenirdik! Gece olunca, sokaklarda çınlayan o düdükleri çalmak ne kadar gizemli ve çekiciydi! İçinde kara nohut bulunan, plastikten düdükler satılırdı Yeni Cami’nin önündeki attarlarda. Ama onlar dandik düdüktü. Sürekli öttürmekten, bir süre sonra içindeki nohut tükürükle şişer, ötmez olurdu! Bekçi düdüğü de vardı bazı atarlarda, ama çocuklara satmazlardı. Tanıdığımız bir bekçi vardı, o bazen düdüğünü verir, ancak öyle öttürebilirdik.
Sınıfını pekiyiyle geçen çocuklara kol saati alınırdı. Kol saati ki, öyle her büyük insanın kolunda yoktu. Markaları da aklımda: Nacar, Hislon, Omega… Bazen böyle başarılı öğrencilere, kalabalık ailelerde armağan yağardı: Annesi futbol topu, babası kol saati, dedesi bisiklet (o kuşağın deyişiyle velespit) alır, dayısı da pantolon yaptırırdı sözgelimi. Artık o çocuğun havasından yanına yaklaşılmazdı. Yaşıtı olan mahalle arkadaşlarına fark atmış olurdu birdenbire. Topuyla kimseleri oynatmaz, bisikletine kimseleri bindirmez, saatini kolundan çıkarmaz, ilk kez giydiği uzun pantolon sayesinde de erkek sınıfına geçmiş sayardı kendi kendini…
Tabii her çocuğun bisiklet sahibi olma şansı yoktu. Kimileri de gidip kiralık bisiklete binerdi. Saati şu kadar kuruş. Parayı bastırır, mahalleleri turalardı. Özellikle hoşlandığı bir kız varsa, ona kendini göstermek amacıyla sık sık evinin önünden geçerdi. Kimselere bir şey sezdirmeden…
Bazı çocuklara canlı oyuncak alınırdı o yıllarda. Bu canlı oyuncak ya sürmeli bir kuzu olurdu, ya da acar bir oğlak… “Sınıfını geçersen sana bir çift kuzu alacağım” vaadi bir dönemlerin en geçerli, en muteber ödüllerinden biriydi. Çünkü kuzu beslemek sorun değildi Malatya’da. Çünkü hemen her evin “bağiçe”si var idi. Çayır çimen, taze söğüt dalı bedava. Mutfaktan bayat ekmek de çıkardı. Olmazsa, çarşıdan birkaç demet yonca alınır… Kuzu kendi kendine yayılır, çocuğa da onu sevmesi kalırdı. Bazen çocuk kuzusunu o kadar benimserdi ki, başkalarının sevmesine, başkalarının onu yaymasına izin vermezdi. Kuzu sahibi olmak, çocukta sorumluluk duygusunu geliştiren bir şeydi. Büyükler bilirdi bunu. Küçük yaşta sorumluluk almaya yöneltirlerdi. Kuzu olmazsa, kümesteki tavuklardan biri ona verilir; yemlenmesinden, suyundan, yumurtasından sorumlu tutulurdu.
Geçmiş zamanların Malatya’sında, suyun altında ışıldayan taşlar misali, bütün bir çocukluğumuz durup duruyor… Öyle kaskatı, öyle dilsiz ağızsız, öyle gizemli… Sudan çıkarıp parmaklarınızla okşuyorsunuz o büyülü taşı, çocukluk denilen masal devi uyanıveriyor… Gâhi masal idi, gâhi gerçek; bir kuş gibi konup uçtu. Tutabilen var ise beri gelsin!