Teknolojinin bu denli hayatımıza girmediği, insanlara ATM cihazı diye bir şey çıkacak, spor yaparken bile para çekebileceksiniz desek, “bi gat zoppa“ yiyeceğimiz , bakkal amcalarımızdan alış veriş yaptığımız ve deftere yazdırıp ay sonunda hesabı kapattığımız, horoz şekeri, bonbon şekeri, elmalı şeker ve kaynana şekeri alınınca mutlu olan çocukların yaşadığı, uzun kış gecelerinde konu komşu toplanıp bastığh, kesmece ceviz yiyip matal ( masal) dinleyip, çocukların hayal dünyalarının geliştiği, insan kalitesinin şimdikinden çook yüksekte olduğu, o güzel günlerde, evlerimizde sokak satıcılarının sesi yankılanırdı.
Sesini sıkça duyduğumuz satıcıların başında öllükçüler ( höllük) gelirdi.
Eledim eledim öllük eledim,
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi Canan buna ne çare.
Yavrularını ısıttıkları öllükle sarıp sarmalayan, beleme işini, bu acıklı türküyü söyleyerek yapan analarımız, “öllük ha öllük” diye bağırarak gezen, öllükçünün gelmesini dört gözle beklerlerdi.
Öllük, şimdi kullanılan çocuk bezinin, kadim kültürümüzde ki karşılığıydı.
Bir kaç yüklü eşekle geçerdi öllükçü. Eşeklerin sırtına yükledikleri, öllük dolu heybelerle bağırarak geçerlerdi. Öllükçüler, öllüğün yanında kil de satarlardı.
Kil de dönemin önemli bir temizlik maddesiydi. Saçları ipek gibi yaptığı söylenen kil, muhakkak ki sabundan ve şampuandan daha faydalı ve katkısızdı.
Öllük killi bir toprak türü olup, bu toprağın elenmesiyle elde edilen bir toprak türüydü. Hazır bezlerin olmadığı dönemde, çocukları kundaklarken, ısıtılarak çocukların altına serilen öllük, çocuğun çişinin dışarı sızmasını önlediği gibi, sobalı evlerde çocuğun vücut ısısını da dengelerdi.
Dünya para verilip alınan kedi kumunun da öllük olduğunu söylersem şaşırırsınız ellaham..!
“Gar geldi, gar ha gar...
“Garcı geldi ha, Beydağı’nın garı geldi”,
“bacı gözün kör olmaya gökten endi mübarek” diye bağırarak geçen kar satıcıları, sıcak yaz günlerinde yolu gözlenen satıcıların başında gelirdi.
Şimdiki çağalara, o zaman kar satılırdı desek inanırlar mı? Hiç sanmam.
Dağların güneş almayan yamaçlarına açtıkları kuyulara, kışın kar basarak istif eden kar satıcıları, yazın bu karları keserek telislere koyup, onları da katırlara yükleyip şehre getirip “ gar ha gar” diye bağırarak satarlardı.
Parası olan parayla kar satın alır, parası olmayan ekmek verir karşılığında kar alırdı. Karcı, elindeki bığhçı(testere) ile göz kararı ( garcının ölçüsü) keser, götürdüğümüz kap kacağa koyardı.
Mahallenin mukallit kadınları ve kızları kar satıcısını görünce seslenirlerdi:
“Karcı Dayı karın güzel mi”
“Güzel güzel, senden daha güzel” ...
diye sürüp giden atışmalar yapar sonra gülüp geçerlerdi.
Böylesine samimi bir ortam vardı...
Bu diş diş olmuş karın üzerine pekmez döküp yemek en büyük zevkimizdi.
Buzdolapları yaygınlaşıncaya kadar çok önemli bir görev üstlenen kar satıcıları, buzdolabı yaygınlaşınca sessiz sedasız ortadan kayboldular...
Belli aylarda yolunu gözlediğimiz sokak satıcılarından biri de sülükçülerdi. Islak bir torba içinde taşıdığı sülülükleri, “sülük ha sülük” diye bağırarak satmaya çalışan sülükçüler.
Erkekler çok ilgilenmezdi ama özellikle belli aylarda kadınlar sülükçülerin yolunu gözlerdi. Bazı berberlerde şişelerde sülük satarlardı. Berberler, sünnet, hacamat, diş çekme, kulak delme, saç kıran tedavi etme gibi hizmetlerden fırsat kalırsa asli görevleri olan berberliği icra ederlerdi..!
Yeni yetmelerin, bu sülükte ne menem bir şeydir acaba? Dediğini duyar gibiyim. Sülük tatlı sularda yaşayan, 4-5 cm boyunda kan emici özelliği olan, kan emerken tükürük bezlerinden salgılanan bir sıvıyı insan vücuduna aktaran bir hayvancıktır. Kan cıvıtıcı özelliği olan bu sıvı yapıştırılan bölgenin en ince kılcal damarlarına kadar ulaşarak, kan gitmeyen ve dokuları ölmek üzere olan bölgenin tekrar canlanmasına sebep olurdu.
Sülük elle alınıp, ağrıyan, problemli bölgenin üstüne konurdu. Koyar koymaz sülük o bölgeye yapışır ve bir daha çıkarmanız mümkün olmazdı. Ta ki sülük yeterince kan emip, şişip kendini bırakıncaya kadar.
Kadim kültürümüzün önemli tedavilerinden olan sülük maalesef yurdumuzda gereken ilgiyi görmemiştir. Rusya’da çok yaygın olan sülük tedavisi, Avrupa ve Amerika’da çok taraftar bulmuş ve artık hastanelerde bilimsel olarak yapılmaya başlanmıştır...
Destancıları unuttum sandınız değil mi?
Zamanla azalan ve bugün tamamen yok olan destancılar, bir dosya kağıdı büyüklüğünde tek sayfa baskı yapılan destanları, dolaşarak, yanık sesleriyle bağırarak okurlar ve bunları satmaya çalışırlardı.
Destanlarda genellikle acıklı olaylar üzerine yazılmış ağıtlar, veya kahramanlıklar anlatılırdı.
Nedense destanın fiyatı olmazdı. “Hediyesi” denirdi. Hediyesi yirmibeş kuruş denir ve öyle satılırdı.
Mahallenin kadınları destana çok meraklıydı. Fakat çoğu okuma bilmediği için okuma görevi mahallenin çocuklarına düşerdi. İşin ilginç yanı, mahallenin bütün kadınları ayrı ayrı birer destan alır ve hepsi bize ayrı okuttururdu. Halbuki bir destan yeterliydi. Okuduktan sonra onlara verir, onlarda itinayla katlayıp göğüslerinin üzerinde saklarlardı...
Çocukların dört gözle bekledikleri satıcı, dondurmacılardı. Her semtin dondurmacısı farklı olurdu. Bizim mahallenin dondurmacısı Abdo dayıydı. “Kaymak dondurma” diye bağırarak geçen Abdo Dayı Gazi ilkokulunun önünde konuşlanırdı. Abdo Dayı yaz bitince bu kez davin, yemişen, alıç satışına başlardı. Bu defa da ölçü çay bardağı olurdu.
Bunların haricinde kısaca diğer satıcılara göz atacak olursak;
Yaz başlangıcında köylerinde kırlardan söktükleri çiğdemleri satmaya gelen çiğdem satıcılarını, yine dağ köylülerinin topladığı “eşgın” ları satmaya gelen eşgın satıcılarını, “davin, yemişen, alıç, simit”, satıcılarını, “ayna var, darağh var, eyi cilet var, çağhı çağhmağh daşı var, benzin var” diye bağıran satıcıları, “gazocağı tamircisi geldi”, “lahimci” geldi hanım diye bağıran ustaları, “sabun var, soda var, süpürge var” diye bağıran satıcıları, bembeyaz önlüğü ve sevimli göbeği ile,”Bademli” diye bağırarak gezen Şam tatlı satıcısı Hüseyin ustayı, dolağhlar, dölbentler geldi diyen Darendeli Hasan Ustayı, “erişte, şare (şehriye) dökülür diyenleri, “kalaycı geldi”, “sepetçi geldi” diye bağıran satıcıları, “oduncu geldi oduncu” diye bağırarak omuzunda baltasıyla gezen odun kırıcılarını, şimdilerde adına beze denilen “tavuk sütü” satıcılarını, “haşlanmış nohut”, “gırığh leblebi”, “lahmacun”, Ramazan’da satılan “yağlı çörek”, “elmalı şeker” satıcılarını, “horoz şekeri” satıcılarını, bembeyaz giysileriyle hatırlanan mevsime göre şerbet veya “biyam” şurubu ( meyan) satan Neşeli Mehmet’i anmadan geçmek olmaz.
Bu satıcıların ve sattıkları şeylerin bir çoğu artık yok.
Hatıralarımızda tatlı bir anı olarak kaldılar...
Ben özlüyorum...
Ya siz...
Selam olsun Malatya’mın güzel insanlarına…