ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

Malatya hızlı bir değişim içinde. Hiçbir şey bıraktığımız yerde durmuyor; duramaz… Değişim bir doğa yasasıdır. Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız demiş bir düşünür. Nehrin suları durduğu yerde durmaz çünkü, sürekli akar. İnsan hayatı da öyle, toplum hayatı da; sürekli akar, akar.

Dünya bir değişim içindeyken Malatya, koyduğumuz yerde durur mu? Elbet o da değişecektir. Ama, nasıl bir değişim bu? Zurnanın zırt dediği yer burası! Nasıl bir değişim? Bütün bir kent halkının, kuşaklar boyu insanların anılarını taşıyan birtakım varlıklar yer ile yeksan edilip, yerine yalnızca vahşi bir aç gözlülüğün simgesi olan parayı, vandal bir yıkım tutkusunun yapsatçılığını koyarsanız, bu elbette duyarlı kalplerde kanamalara yol açar… Yok olan yalnızca bir bina, yalnızca bir ev, bir bahçe ya da bir sokak değildir… Yok olan çocukluğumuz, ilk gençlik yıllarımız, geçmişimiz, anılarımız, kültürümüzdür; bizi biz yapan değerlerdir ki, içgüdüsü parayla beslenenler bunu anlayamaz! Kültürü, dili bu kentte mayalanmamış olanlar asla bunu bilemez!

Renkli Sinema’nın yıkıldığını öğrenince, çoktandır görüşemediğimiz bir yakın dostumun ölüm haberini almış gibi oldum! Birden altmışlı yılların Malatya’sına kadar uzandım. Bu sinemayla ilgili anılarımı yokladım. Renkli Sinema Malatya’nın yaşamına katıldığında ben ilkokul sıralarında okuyordum henüz. Yıl, 1958… Sinema, Malatya eski mebusu Osman Taner’in yana yana iki apartmanının bahçesine yapılmıştı. Yapan da, Osman Taner’in damadı yüksek mimar Sadrettin Kürklü idi. İşletmecileriyse üç ortaktı: İbrahim İpekçi, Nejat Dirican, Burhan Kazancı. O zamana kadar sinema yok muydu Malatya’da? Yazlığıyla kışlığıyla çok sayıda sinema vardı kuşkusuz. Şehir Sineması, İstanbul Sineması, Ankara Sineması, Pınar Sineması, Şark Sineması, Yeni Melek Sineması… Mücelli Caddesi üzerindeki adını unuttuğum yazlık sinema… Ama Renkli Sinema birdenbire bir kalite sundu Malatyalılara. Bir seçkinler sineması oluştu sanki… O dönemin anlayışına göre şık bir salon, yepyeni koltuklar, çekici bir  hava yaratmıştı. Kürklü, şık giyimli hanımlar, kravatlı, fötrlü beyler, mürekkep yalamışlar, dışarlıklı memur aileleri, bankacılar, öğretmenler, öğrenciler, kısacası, Malatyalının deyişiyle “temiz aileler” bu sinemanın müdavimleri olarak belirmişti. Bu şıklık içinde, yine yerel deyişle “çakal çukal takımı” yabancı kalıyordu ortama.

Altmışlı yıllar boyunca tümüyle hayatımızın içindeydi Renkli Sinema. Yanılmıyorsam, öteki sinemalar gibi haftanın iki gününde “bayanlar matinesi” yapmıyordu burası. (Belleğine güvendiğim bir arkadaşım, salı günleri bayanlar matinesi yapıldığını; öteki günlerde de, salonun arka sıralarının ailelere ayrıldığını belirtiyor.)  Daha doğrusu, sinemada bayan-erkek ayrımının ortadan kalktığı bir dönemin sinemasıydı. İsteyen bayanlar kendi başına biletini kestirip film izleyebilirdi. Ortamın nezahati buna uygundu; ama bu bir alışkanlığa dönüşmedi sanırım. Salonda, geleneksel olarak –öpüşme sahnelerinde “yüz para bozan!” diye  bağıran–bekâr erkekler otururdu. Kimi aileler daha rahat etmek için loca bileti alırdı.

Renkli Sinema’nın ödün vermediği bir uygulama da salonda sigara içilmemesiydi. Sigara ancak antrakta, fuayede içilebilirdi. Oysa o yıllara kadar hemen tüm sinemaların salonlarında sigara içilir, yükselen yoğun duman, perdeye yansıyan görüntünün ışık huzmesinde belirginleşirdi.

Renkli Sinema’nın bir başka özelliği kaloriferli olmasıydı. Öteki bazı sinemalar fıçıdan bozma sobalarla ısıtılırdı oysa. O dev sobaların çevresini de, dışarıda ıslanmış, ayakkabıları su çekmiş, üşümüş kimseler kuşatır, üstlerinden, çoraplarından yükselen ağır kokulu buğular salona dağılırdı.

Bütün bunların ötesinde, yılın gösterimdeki filmlerini getirirdi Renkli Sinema. Yerli ya da yabancı, yılın filmlerini izleme olanağı sağlardı Malatyalılara. Özellikle 18.30 matinesinde sanat değeri olan filmler oynatılırdı. Öteki sinemalara göre en belirgin bir farkı da buydu. Sinema tutkunları bu matineyi kaçırmazdı. Biz öğrenci kesimi için de uygun bir saatti 18.30. Hem geceleyin evimizde, babamızın gözü önünde bulunur, hem de nitelikli filmler izleme şansını kaçırmazdık. Bu matinede, bazen salonda şu sesleri işitebiliyordunuz sözgelimi: “Kalk gidelim, kalk… Mevzu yok, bir şey yok!” O, mevzu yok denilen filmlerden biri “Kim Korkar Hain Kurttan”dı, iyi anımsıyorum. Çünkü film aksiyon filmi değil, diyalog ağırlıklıydı… “Karanlığa Kadar Bekle”, “Korkunç Koleksiyoncu” yine iyi anımsadığım nitelikli filmlerdi

“Benhur”, “Spartaküs”, “Çölde Bir İstanbul Kızı”, “On Emir”, “Doktor Jivago” “Çıplak Maya”, “Hep O Şarkı”, “Hazreti Süleyman ve Saba Melikesi, Batı Yakası’nın Hikâyesi”, “Kuşlar” gibi “mevzulu” filmler, daha geniş bir seyirci kesimini çekerdi kuşkusuz. Böylesi filmlerin oynatıldığı ilk gün, gişenin önü ana baba gününe dönerdi! Biletler çabucak tükenir, gişenin kara perdesi çekilir; gişedeki görevlilerin suratları –nedense– bir karış asık olur, afra tafralarından yanlarına varılmazdı… Özellikle sinema sabinin çocukları, burunlarından kıl aldırtmazlardı. Bir keresinde, bilet alamayan bir yurttaş, çocuklardan birine, babalarının nerde olduğunu sormuş; o da aynen şöyle yanıtlamıştı: “Hamamda!”

Sinemanın beş numaralı locası genellikle valiye ayrılır; eğer vali “teşrif” etmezse, kentin ileri gelenlerinden kim isterse ona verilirdi. Neydi bu beş numaralı locanın kerameti? Bir sıra locanın tam ortasında yer alması! Başka da bir kerameti yoktu.

Bir gün sabah saatleriydi, sinemanın girişinde, gösterime yeni giren yeni bir filmin afişi tabelaya çakılıyor. Filmin adı: “Çıplak Maya.” Afişte, Goya’nın ünlü çıplak kadın tablosu da yer alıyor. Çıplak resmin hiçbir yeri kapatılmamış. Bu resim, o güne kadar afişlerde görülen kadın resimlerinin en açığı! Afişi tabelaya çakan sinema görevlileri kendi aralarında konuşuyorlar: “Artık çivisi çıktı bu işin!” Öteki: “Niye?”  “Niyesi var mı? Şu resme baksana. Bugüne kadar hiç değilse ayıp yerleri kapatılırdı. Bunun her bir şeyi açıkta! Bakalım daha neler göreceğiz?”

Hemşerim nerden bilsindi Goya kim, hangi yüzyılda, hangi ülkede yaşamış? Bu çıplak kadın tablosunu kaç yılda tamamlamış? Madrid Müzesinde sergilenen resmin on dokuzuncu yüzyıl romantizminin erotik imgelemini simgeleştirdiğini…

Onlar da bilmiyordu, onların konuşmalarına kulak misafiri olan ben de…

Bir keresinde bir Hint filmi mi oynuyordu sanırım: Filmin “esas oğlanı” hırsızlık yaparak geçimini sağlıyor… Sevgili de oğlana karşı çıkıyor: “Hırsızlık yapma, sen de başkaları gibi çalışarak ekmeğini kazanmalısın” diye öğüt veriyor delikanlıya…  Kızın bu tavrından  etkilenen bir Malatyalı, yanındaki arkadaşına dönerek: “Temiz yerin kızı, ağam!” yorumunda buluyordu. Arkadaşının yorumu da aynı doğrultudaydı: “Oğlan da temiz çocuk ama, kaderi pis! Ne yapsın?”

Renkli Sinema’nın Malatyalıların yaşamına girdiği yıllar, Yeşilçam denen yerli film fabrikasının da altın yıllarıydı elbet. Adeta vardiya usulü, gün yirmi dört saat filmler çevriliyor, bu filmler sıcağı sıcağına Malatya’ya getiriliyordu. Hakkını yemeyelim şimdi; Yeni Melek Sineması da bu alanda büyük katkı sağlamıştır Malatyalılara. Ayrıca yazlık Pınar Sineması, kışlık Şark Sineması da açıktı o yıllarda. Sinema tabelalarının bulunduğu yer, seyirlik bir oyun sahnesi gibi sürekli ilgi çekerdi. Önceleri, Hükümet alanının yan tarafındaki sete yaslanan tahta tabelalar, sonradan, Belediye binasının karşısına taşındı. Bu kez afiş ve resimler, vitrinden izleniyordu. Bencileyin sinema kuşu öğrenciler, işsiz güçsüzler, gezgin satıcılar, hamallar, boyacılar, şerbetçiler, haşlanmış nohutçular hep bu afişlerin çevresinde oyalanırlardı.

Benim kuşağımın Malatyalıları anımsayacaktır; bir dönemler de, yeni filmlerin duyurusu çığırtkanlarca yapılırdı. Bunlar ya kontrplaktan afiş tabelasını ya faytona yükleyip gezdirirler ya da bizzat sırtlarına alıp mahalle mahalle dolaşırlardı. Kimi elini ağzına boru yapar; kimi de, büyük bir huniyi andıran madeni boruyu ağzına dayayarak reklam yapardı. O, reklam filminin sloganları hâlâ kulaklarımdadır: “… Senin en muazzam filmi… Falanca, filancanın başrollerini paylaştığı, binlerce figüranın rol aldığı bu film… Kaçırmayın! Mutlaka görün… Bu şahane film, bugünden itibaren filan sinemada…”

Çığırtkanlar, aynı zamanda sinemaların yer göstericileriydi. (Bir adları da teşrifatçı.) Merhum Sami Kasap’ın da, askere gitmeden önce, birazcık para kazanmak kaygısıyla, böyle elini ağzına boru yapıp sinema tabelası gezdirdiğini aile yakınlarından işitmiştim.

Sabahın on buçuğunda başlardı sinemalar matineye. Bayram günleri daha da erken: Saat dokuzda… Yarımda, on dört otuzda, on altı otuzda, on sekiz otuzda… Suarenin saatiyse ya yirmi otuzdu, ya da yirmi bir…

Bazı filmler, özellikle de Eşref Kolçak’ın, Yılmaz Güney’in, Fikret Hakan’ın, Orhan Günşiray’ın başrolde oynadığı filmler, salonu doldurma garantisi taşırdı. (Bu jönlerin yaşamlarına ilişkin kimi ayrıntıları, çok sonra, eski kulağı kesik Yeşilçam yönetmeni Tarık Dursun K.’dan dinleyecektim.) İnsanlar bilet kuyruğuna girmeye alışmamıştı nedense, gişe önlerinde, kapılarda bir ana baba günü yaşanırdı. Şark Sineması’ndan anımsıyorum: Öylesine hınca hınç bir kalabalık yığılır ki sinemanın kapısına; bu kalabalığı dağıtmak için ya su dökülürdü üstlerine, ya da “sinemanın çakalları” (Naylon Duran’ı  anımsayan vardır elbette!) ellerinde sopalarla kalabalığın üstüne yürürdü! “Dağılın lan, dağılın!”

Renkli Sinema’nın da böyle seyirci akınına uğradığı zamanlar olurdu elbet. Ama, dedim ya  bir nezahati vardı diye. Gişe önündeki yığılmaları önlemek için, turnike yaptırılmıştı. Bilet almak isteyenler efendi efendi turnikeden geçerdi sırasıyla. Böylece kimse kimseyi ezmezdi.

Sonra filmler bu sinemada zamanında başlardı. Seyirci oturduğu yerde kurdeşen dökmezdi!

Dolayısıyla seyircilerin bağrış çığrışları, tepki ıslıkları da fazla işitilmezdi. Sarma makinesi ikide bir film koparmaz, dolayısıyla kimse makinist Hacı Ahmet’e ayıp içerikli sözler göndermezdi. Kellecilerin Havva Bacı’nın oğlu Hacı Ahmet kalender adamdı; bu tür sövgülere metelik vermez, duymazdan gelmeyi yeğlerdi.

Bu özellikleri dolayısıyla Renkli Sinema, hem uygar bir ortamda sinema izleme olanağı sağlamış, hem de seyircini eğitmiştir denilse yanlış mı olur, bilemiyorum.

Birinde, gösterimdeki filmi nedeniyle Zeynep Değirmencioğlu (Ayşecik) getirilmişti. Teşrifat görevlilerinden birinin kucağında seyirci karşısına çıkan küçük Zeynep, salonu dolduran Malatyalıların yönelttiği sorulara esprili ve şaşırtıcı ölçüde ciddi karşılıklar vermiş; sonra da salondakilere avuç avuç çikolata serperek yine kucakta götürülmüştü. (Yıllar sonra, Teşvikiye’de oturan yazar ve senarist arkadaşım Selim İleri’nin daire komşusu olduğunu görecektim.)

Bu arada konserler, tiyatrolar, kongreler için de uygun bir mekândı Renkli Sinema. Bu tür etkinliklerle de Malatya’nın kültürel yaşamına katkı sağlardı. İlk konser, yine yanılmıyorsam, Malatya’nın yerel müzik adamlarıyla gerçekleştirilmişti altmışlı yılların başında. Geçen aylarda yitirdiğimiz İlhan Kızılay ile, Fahri Özyıldırım, Osman Kasap gibi adları anımsıyorum şimdi, o elli yıl öncesinin konserinden. (Ertaç Önal’ın kulakları çınlasın.)

Özellikle altmışlı yıllarda adlarını duyurmuş, ya da yeni duyurmaya başlayan birçok ses sanatçısı ve müzik topluluklarına da ev sahipliği yapıyordu: Bunlardan Nuri Sesigüzel’in yine çok kalabalık bir konserini anımsıyorum burada. O yılların genç topluluklarından Moğollar ile Erol Büyükburç’un  konserleri aklımda kalanlar.

Türk tiyatrosunun unutulmaz ustalarından Ulvi Uraz’ın da burada, Malatyalı tiyatro severlere oyunlar sergilediği;  üstadın, “Ankara’dan sonra en olgun seyirciyle burda karşılaştığını” söylemesi de anılar arasındadır.

Renkli Sinema’yla ilgili asıl önemli anım, 1965 yılında yapılan Türkiye İşçi Partisi kurultayıdır… O dönemde, adı komüniste çıkmış, Büyük Millet Meclis’inde bile hatipleri tartaklanan bir partinin kurultayına ev sahipliği yapmak gerçekten yüreklilik isteyen bir işti. Çetin Altan gibi o devirde polisçe izlenen (Çınar Oteli’ndeki odasına gizli mikrofon yerleştirildiğini sonradan işittiğimiz) solcu bir yazarın başkanlığında yapılan kurultay toplantısı, umulanın tersine Malatyalılarca büyük olgunlukla karşılanmış, konuşmacılar ilgiyle dinlenilmiş, partinin görüşlerinin yaygınlaşması sağlanmıştı.

Birçoğunu yazılarından, şiirlerinden, kitaplarından tanıdığımız ünlü kişileri kentimizin sokaklarında, çarşılarında, kahvelerinde otel ve aşevlerinde görmek biz yeniyetmeler için de bir şanstı kuşkusuz. Örneğin bir grup liseli arkadaşımla Yaşar Kemal’i bulmuştuk hemen: Yaşar Kemal’in o sımsıcak tavrı ve gür sesiyle: “Ne haber çocuklar? Gelin size nutuk çekeyim!” deyişi, şimdi gibi gözlerimin önünde. Çetin Altan’ın, bazı sözcükleri yutarak “Merhaba gençler! Nasılsınız?” diye yakınlık göstermesi de öyle. Ressam Balaban ve bir bölük arkadaşını Eski Malatya’daki Selçuklu kalıntılarını görmeye götürüşümü, yıllar sonra kendisine anlattığımda anımsamakta zorlanacaktı; oysa bizler için unutulmazlar kasasında saklanacak bir anıydı. Ünlü delegeler arasında sakallı biri daha vardı ki, birçok Malatyalı onu henüz babasının adıyla söylüyordu: Hasan Ali Yücel’in oğlu! O yıllarda henüz piri fani görüsünde değil, saçı saçalı siyah, dimdik bir genç adam… Ama her nedense genç yaşında sakal bırakmış olması  kimi Malatyalılara garip geliyordu. Hiç unutmam, Maksim Gorki’yi posbıyıklarından ötürü Alevi sanan dükkân kalfamız Necati Çakmak, her zamanki gibi merakla sormuştu: “Bu, Hasan Ali Yücel’in oğlu, niye sakal bırakmış?” Yadırgamakta haksız sayılmazdı. Çünkü normal bir Malatyalı, yaş kemale ermeden, dünya işlerinden el etek çekip Hicaz’a gitmeden sakal bırakmayı düşünmezdi. Asıl garip olansa, bunu bana sormasıydı: Sanki Can Yücel ile bir yakınlığım, içli dışlı olmuşluğum varmış gibi! Üstadın yaşıtı bile değildim. Ben de onu ancak uzaktan izliyordum: Sabahları, otelden çıkıp kendini Renkli Sinema’nın yanındaki Renkli Kıraathane’ye atar, kalın öksürükler arasında tavşan kanı sıcak çayını yudumlayarak sigarasının dumanlarını savururdu… Onun çevresinde oturan kıraathane müdavimlerinin hiçbiri, önemli bir edebiyat adamıyla yan yana bulunduklarını akıl edemezlerdi. Çünkü üstatta bunu düşündürtecek bir hava yoktu. Halk içinde halktan biriydi o.

(Yıllar yılı Babıali Caddesi’nde, yayınevlerinde, Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde, YAZKO toplantılarında, meyhanelerde, kitap fuarlarında karşılaşacağım Can Yücel,  Malatya’daki o alçakgönüllü derviş, o kalender baba, o rint şair hallerini hiç değiştirmeyecekti.)

Renkli Sinema’daki kurultayın bize tanıttığı yüzlerden biri de Şükran Kurdakul’du. Babıali’ye geldiğimdeyse, abi yakınlığını esirgemeyecek, zaman zaman öğütler vererek, yaşam deneyimlerini aktararak göl gösterici olmayı sürdürecekti. Yeri geldikçe Malatya’yı, orda tanıdığı partililerin durumlarını sorup öğrenirdi. Geniş ailesinin bireylerini merak eden bir baba kaygısıyla herkesi sorup soruştururdu Şükran ağabey. Onun yakınlığından ve öğütlerinden her zaman yararlandığımı itiraf ederim.

Bu insanlarla ilk kez karşılaştığımız Renkli Sinema, o nedenle, anılarımız arasındaki yerini koruyagelir.

Kuşağımın baba ocağından koptuğu o yetmişli yıllarda da Renkli Sinema varlığını sürdürüyordu. Ama artık alanında tek olma özelliğini yitirmişti. Artık rakip sinema salonları ortaya çıkmaya başlamıştı. En başta Can Sineması, sonra başkaları…

Ancak, gün gelecek, evlerin salonlarına yerleşen beyaz cam, tüm Türkiye’nin sinema salonları gibi Malatya’nın anılarımızla bezeli bu rüya evlerinin tahtına göz dikecekti.  Ve Türkiye’nin hemen her yerindeki sinema salonlarını bekleyen acıklı son, kaçınılmaz olarak Renkli Sinema için de mukadder olacaktı! 1985 yılına kadar sinema olarak direnen salon, bu tarihten sonra Renkli Düğün Salonu sıfatıyla yaşamını sürdürecekti.

Bugün, içinde bulunduğumuz değişim rüzgârı onu da silip süpürmüş, birkaç kuşağın anılarını saklayan koca sinema yer ile yeksan olmuş durumda! Dediklerine göre, yerine bir iş merkezi yapılacak, Çin malı, uyduruk ev eşyası satan bir zincirin halkası olacak! Yapacak bir şey yok. Şimdi söz sermayenin, şimdi para konuşuyor.

Bizlere de, Renkli Sinema’nın loş salonunda izlediğimiz filmlerin anılarıyla yetinmek kalıyor.

Güle güle Renkli Sinema. Başın sağ olsun sevgili Malatya. Seni de, sinemalarını da unutmayacağız elbette! Anılarımız arasında yaşayıp kalacaksın. Ta ki bizler de bir gün ana yurdumuzun toprağıyla kucaklaşıncaya, yazları ak dutlar döken bir ağacın gölgesinde sonsuz uykulara yatıncaya dek!

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.