FAHRİYE PARLAK: "ÖP ŞU ELİMİ!"
Malatya'da rahle-i tedrisinden geçtimiz kimi öğretmenlerimle İstanbul'da da görüşüyorduk. Biz öğrencilerin yükseköğrenim için geldiğimiz İstanbul'a, doğaldır ki onlar da atanarak gemişti.
İstanbul'da görüştüğüm öğretmenlerimin başında Fahriye Parlak geliyordu. Hasan Varol Ortaokulu'nda Türkçe öğretmenim olarak ondan hep destek görmüştüm. Kitap kurdu birkaç öğrencisini gönlünün ayrı bir yerinde tutardı; bunu biliyorduk. Elimizde, edebi değeri olan bir kitap gördü mü alır, onu sınıfa gösterirdi: "Bakın, arkadaşınız değerli kitaplar okuyor; sizlerin de okumasını isterim!"
Bu sözler hem bizi yüreklendirir, hem de öteki arkadaşlarımızı okumaya heveslendirirdi.
Hasan Varol'dan ayrılıp evimizin yakınında yeni açılan Kubilay Ortaokulu'na gitmek istediğimde, buna karşı çıkarak "Gitme!" diyen tek öğretmenim Fahriye Parlak'tı. Onu dinlemeyip gittiğim için biraz da kendimi suçlu gibi hissediyordum sanırım.
(Gerçi Kubilay'a gitmeseydim oradaki Türkçe öğretmeni Fatma Layık'ı ve tarih öğretmeni Bayram Yaralı'yı tanımamış olacaktım. Bu da bir kayıp olurdu!)
Fakülte yıllarımda Fatih'te oturuyordum. Fahriye Hanım da, hemen yanıbaşımızda, Çarşamba Kız Lisesi'ne atanmıştı. Bunu öğrenir öğrenmez, ilk fırsatta ziyaretine gitmeyi aklıma koydum.
Onu ziyarete gittiğimde elimde, ilk yazılarımın yayımlandığı "Yansıma" dergisi vardı. Hocama, emekleriniz boşa gitmedi, demek istiyordum.
Çarşamba Kız Lisesi'nde yine Müdür Yardımcısı mıydı, anımsamıyorum şimdi. Beni karşısında bulunca, özellikle kalkıp hocamı ziyarete gittiğimi görünce sevinmişti hiç kuşkusuz.
İlk yaptığı şey elini uzatmak oldu:
"Öp bakayım elimi!"
Elini saygıyla öpüp alnıma koydum.
"Ben senin öğretmeninim, tabii ki öpeceksin!" diye de açıklamada bulundu.
Sonra oturttu, çay ısmarladı. Kendisine götürdüğüm dergiyi okumak üzere aldı.
Şaşırmamıştı. Benden böyle bir şey bekliyordu belli ki...
Ayrılırken, "Yine gel, bekliyorum!" diye vurguladı.
Bir iki ay sonra yeniden ziyaretine gittiğimde, yine sevinçle karşıladı. Yazımı okumuştu. Beni kutladı. Özellikle edebiyatın usta kalemleriyle aynı sayfalarda yazıyor olmam onu gururlandırmıştı. Bunu da açık sözlülükle belirtiyordu.
Daha sonra ilk kitabımı da öğretmenime götürme şansım oldu.
Büyük kentin koşuşturmaları, hem çalışıp hem okumak durumunda oluşum, hocamı sıkça aramaktan uzaklaştırıyordu beni.
Bu duruma alınıyor muydu? Belki...
Bir kez de telefonla aradım: Derste imiş, not bıraktım... İstanbul Radyosu'ndaki bir konuşmamda kendisinden söz etmiştim; dinlemek ister diye haber verecektim. Ama konuşmak nasip olamadı. Programı dinleyip dinlemediğini bilemiyorum.
Birkaç yıl sonra o okuldan ayrıldı ya da emekli oldu. Bir daha görüşme şansım olmadı ne yazık!
*
FATMA LAYIK, ELİNDE TRT MİKROFONUYLA GÖRÜNDÜ...
Kubilay Ortaokulu'ndan Türkçe öğretmenim Fatma Layık (evlilik soyadı Köylüoğlu muydu?) Malatya'dan ayrıldıktan sonra birkaç yıl Ankara'da çalışmış; ardından TRT'ye program yapımcısı olarak atanmıştı.
Antalya Belediyesi, oraya çağırdığı bir grup yazarla bir toplantı düzenlemişti. Toplantının konusu edebiyattı tabii. Bir de ne göreyim? Hocam Fatma Layık da orada. Elinde mikrofon, kucağında kasetler... Koşup kucağından taşan kasetleri aldım. Taşınmasına yardım ettim.
Program sonrasında birlikte Konyaaltı'ndaki Radyoevine gittik. Ordan burdan söyleşerek özlem giderdik.
İkinci görüşmemizde aradan yıllar geçmişti. O mu aradı, ben mi aradım, bilmiyorum. O sırada Kanal-D Haber Merkezi'nde çalışıyordum. Hocam da emekli olmuş, İzmir'e yerleşmiş, TRT'den bir arkadaşıyla evlenmiş, oğulları büyümüş...
O gün bugün haberleşemedik.
Umarım ve dilerim iyidir, esenlik içindedir.
*
NEZİR ÖZMEN'DEN GELEN SELAM...
Hasan Varol Ortaokulu Müdürü ve tarih öğretmenimiz Nezir Özmen'in Adalar Ortaokulu'nda görev yaptığını duyardık ama, hiçbir bağlantımız olmadı ne yazık ki...
Bir keresinde, bir toplulukta şair bir arkadaşımla tanışmışlar. Onun Malatya'da görev yapmış olduğunu öğrenen arkadaşım; adımı vererek tanıyıp tanımadığını sormuş.
"Tanımaz mıyım?" demiş Hocam.
Sonra selamını getirdi arkadaşım. Emekli olmuş, Kadıköy yakasında Çemenzar semtinde oturuyormuş.
Adresini tam olarak öğreneyim de ziyaretine gideyim derken, ölüm haberini aldık!
Ölümü üzerine hakkında bir yazı yazdım. Oğlu internetten okumuş o yazıyı. Duygulanmış. "Vatan" gazetesindeydim o günlerde; oradan aradı, görüştük... Gıyaben de olsa tanışmış olduk. Nezir Bey pek seyrek günlerde çocuklarını yanına katıp okula getirirdi. Biz de uzaktan görürdük. Bu, o çocuktu.
*
MÜNİR DOĞAN BALOĞLU BENİ KUTLAMIŞTI...
Lisededen edebiyat öğretmenim Münir Doğan Baloğlu ile ilişkilerimiz her zaman sıcak ve içtendi. Bizler üniversiteye geldikten sonra bütün Türkiye gibi Malatya'daki sol aleyhtarı gelişmeler tırmanış göstermişti. Zaten daha altmışların sonlarına doğru, malum karanlık güçler, ülkücü militanları solcu öğretmenler üzerine salmaya başlamıştı. Münir Doğan Baloğlu da onların boy hedefinde bulunuyordu! Bir gün yolunu kesip bıçaklı saldırıda bulundular.
Toplumsal kışkırtmalar gittikçe artıyordu. Bunun herkes bir yöne doğru taşınmaya başladı.
Münir Doğan Baloğlu da İstanbul'u mesken tutanlardan biriydi.
Sultanahmet'teki Adliye'ye yakın olmak üzere o civarda bir avukatlık bürosu açmıştı.
Dolayısıyla yolu sık sık Cağaloğlu'ndan geçiyor, zaman da da karşılaşıyorduk. Her karşılaşmamızda sevincini yüzünden okumak mümkündü aziz öğretmenimin. Hukuk Fakültesi'nde okuduğum için özellikle bu yönde yüreklendirici sözler edişini hiç unutmam. Kitap okumayı sevdiğim için doğru bir fakülte seçmiştim ona göre... (Oysa sonradan neden veterinerlik fakültesine gitmedim diye için için yerindiğimi hocama söylemiyordum.)
Kimi günler karşılaştığımızda, yanımda dergi ya da kitap varsa, hocama armağan ediyordum. Böyle bir defasında, çalıştığım bir dergiyi takdim ettim.
İkinci karşılaşmamızda dergiyi okumuştu.
Hürriyet gazetesi adına çıkardığımız, "Gösteri" dergisiydi. O sayıda yılın sanat olayları değerlendiriliyordu. Tiyatro konusunda da Şükran Güngör'ün bir değerlendirmesi yer alıyordu.
Hocamla karşılaştığımızda, beni kutladı. "Kutlarım, evlenmişsin!" dedi. "Demek yenge hanım da bir sanatçı!"
Evlenmiştim, doğruydu ama eşim sanatçı değildi.
Meğer Hocam, dergide yazısı bulunan Şükran Güngör'ü eşim sanmış...
Anlıyordum ki, aziz öğretmenim sanat dünyasının dışında kalmış son yıllarında. Yapacak bir şey yoktu.
Ölünceye kadar onunla hep karşılaştık Cağaloğlu'nda. Her karşılaşmamızda karşılıklı hal hatır sorduk... Ona olan saygımı hiç yitirmedim. Hayatta olsa, hâlâ görüşüyor olurduk...
*
BİLGE ADAM İBRAHİM AKKOÇ
İstanbul'da bağlantımı hiç koparmadığım hocalarımdan biri de Emeksiz Lisesi'nden psikoloji öğretmenim İbrahim Akkoç'tur.
Akkoç, yetmişli yıllarda İstanbul'a atanan öğretmenlerdendi. Önce Ortaköy'de, bir okulda yöneticiydi. Sonra Cağaloğlu'ndaki Milli Eğitim Müdürlüğünde görevaldı. Burada bir de lojman verilmişti kendisine. Ziyaretine gittiğim bir akşam yemekten sonra yatıya alıkoymasını hiç unutmam!
Emekli olduktan sonra da, Kadıköy yakasında oturdu, çoğunlukla öğretmenlerin müvavim olduğu bir kahvehanede sıkça değilse bile, zaman zaman buluşup görüştük.
Çok yakın zamanlara kadar da, (
'ın her Malatya dönüşünde) Nâzım Kültürevi'nde buluşuyorduk.
Hocam ta lise yıllarımızdaki gibi olgun, bilgili, öğrenmeye açık, ağırbaşlı, öğretici, atak, sözünü esirgemez bilge tavrını koruyagelmiş ender kişiliklerden biridir. Görüşünüze katılmasa bile, olanca demokratlığıyla sizi dinler.
İbrahim Akkoç, öğretmenlik sıfatını fazlasıyla hak etmiş biridir. Öğretmendir ama, bilgisini size dayatmaz! Psikoloji biliminin hakkını veren bir öğretmen.
Onun söyleşmekten tat alırsınız.
Onun şahsında Antik Yunan filozoflarını gözlemleyebilirsiniz.
*
VECİHİ TİMUROĞLU İLE KÖTÜ BİR GÜNDE KARŞILAŞTIK...
Fırat Koleji'nde bir dönem edebiyat dersine katıldığım Vecihi Timuroğlu ile topu topu bir kez karşılaştık İstanbul'da; o da, ortak dostumuz Cemal Süreya'nın ölüm gününde!
Fırat Koleji'nden ayrılıp Turan Emeksiz Lisesi'ne geçtiğim için bana kırgındı Hocam. Malatya'daki etkinliklerde karşılaşsak da görmezden gelmeyi sürdürdü bir zaman.
İstanbul'da dostluklarını, güvenlerini kazandığım edebiyatçılar hakkımda olumlu yazılar yazarken, Hocamın bunlardan etkilendiğini sonradan anlayacaktım.
Gençlik yıllarımızda benden yakınlıklarını esirgemeyen Cemal Süreya ve Muzaffer Buyrukçu aynı zamanda Vecihi Timuroğlu'nun da yakın arkadaşlarıydı. Birbirlerinin evlerine gidip gelirlerdi. Buyrukçu günlüklerinde anlatırdı.
Bu ortak dost çevresi içinde bana olan kırgınlığı geçmiş olmalıydı ki, genç yaşta öldürülen oğlu Kürşat için kaleme aldığı kitabı ev adresime göndermişti.
Daha sonra bundan cesaret alarak kendisini telefonla aradım; TRT İstanbul Radyosu'ndaki programıma konuk olmasını rica ettim ondan. İlke olarak programıma gelmeyi kabul etti.
"Yakında İstanbul'a geleceğim, ayrıntısını orda konuşuruz," dedi.
Evet Vecihi Hoca yakın dediği zamanda İstanbul'a geldi gelmesine de; hayırlı bir geliş değildi bu! Cemal Süreya'nın cenazesine gelebildi ancak...
Kulaksız Mezarlığında, acımızın tavan yaptığı günde, ayaküstü konuştuk Hocamla... Daha uygun bir zamanda buluşma sözü verdi yine... Ama ne yazık ki, yeni bir buluşma olmadı! Benim radyo programımın süresi dolmuş, Cumhuriyet gazetinde yazmaya başlamıştım.
Arası çok sürmeyecek, bu kez Hocamın ölüm haberini alacaktık...
*
OSMAN ŞAHİN NEREDE?
Şimdi soracaksınız: İstanbul'daki hocalarımdan söz açılmışken Osman Şahin'den neden söz etmedim? En fazla görüştüğüm Osman Hocam değil mi?
Haklısınız elbet!
Daha dün sabah telefonla aradı Hocam:
"Efendim Hocam?" der demez...
"Seni sesinden öperim!" diyerek mahcup etti beni.
Osman Hocam'la birlikteliklerimizi, ondan gördüğüm dostluğu elbette yazmalıyım. Ama onu biraz daha uzun yazmalıyım... Kısa bir değinme yazısına sığmaz ilişkimiz... Zaman zaman da değiniyorum zaten. Osman Şahin yalnızca hocam değil; ailemden bir büyüğüm gibidir.
Dediğim gibi: Bir gün başlı başına yazmalıyım Osman Şahin'i. Tez zamanda.