ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

ABDÜLVAHAP’A KURBAN ADAMA

Çocuğu olmayan genç hanımlar Abldülvahap’ın türbesine götürülüp orada kurban vaat edilirdi. O gözüm nuru, kutlu kişinin kadın doğum uzmanlığı nerden geliyordu, bilemiyoruz; orası biz fanilere karanlıktı. Söylenceye göre bunlar ulu erenlerden iki arkadaş ya da kardeşti. Fırat’ın iki yakasında, birer tepenin üstünde yatıyorlardı. Ölmeden önce, aralarında şöyle bir anlaşma yapmışlardı: “Dertliler bana, deliler sana” demişti  gözüm nuru Abdülvahap.

Anlaşılıyor ki, yüzyıllardan beri çocuk sahibi olma özlemi içindeki insanlar, bu dertlerine çare bulsun diye onun mezarına kadar gidip kurban adıyorlardı. Yalnız öyle kolayca gidilen bir yer değildi. Ben hiç gitmedim; gidenlerden bu konuda öyküler dinledim. Bir kez de, sanırım Korucuk’a giderken, uzaktan görünen bir tepeyi gösterdiler, orası Abülvahap diye. Dimdik, bin bir güçlükle, saatler boyu tırmanarak çıkılabiliniyormuş ancak. Hatta oraya kadar gidip de tepeye tırmanmayı göze alamayanlar bile oluyormuş. Özellikle yazın sıcak günlerinde tırmanabilmek için, sabah erkenden yola çıkmak gerekiyormuş. O nedenle bir gün öncesinden gidip, yakın köylerden birinde geceliyordu insanlarımız. Ancak dileğinizin kabul görmesi için, ol mübareğin makamına çıkmak gerekiyormuş. Dönüşte de günlerce tırmanma, dayanıklılık, yarı yolda soluksuz kalma öyküleri anlatılıyordu.

Abdülvahap hazretleri, kendisini ziyaret edip de kurban vaadinde bulunan her kısır kadın için çocuk garantisi vermiyordu tabii. Bu durum da, herkesin dileğinin kabul görmeyeceği biçiminde yorumlanıyordu. Abdülvahap ziyaretinden sonra çocuğu olan ailelerse, sözlerinde durup, kınalı bir koçu (zavallı hayvancık!) burunlu kamyonun arkasına atarak bir kez daha ol mübarek kişiye teşekküre gidiyordu.

KORUCUK ZİYARETİ

Bilindiği gibi Korucuk’a akıl hastaları, başka deyişle “deliler” götürülürdü. Zor ve zahmetli bir gidiş olmadığı için, biraz da eğlence, piknik havası içinde geçerdi bu yolculuk. Ya birkaç aile bir kamyona doluşur –aralarında aklından zoru olan kişi de bulunurdu elbet–  ya da çift atlı “naylon araba” ile tıngır mıngır gidilirdi. Akşamdan tembihlenen, kişi başına ne alacağı  pazarlıkla  karara bağlanan araç, sabah erkenden mahalleye gelir, çıkınları sepetleriyle insanlar  bir telaş bir hayhuy içinde doluşur, öteberisini, ya da küçük çocuğunu evde unutan kadınlar çığlık çığlığa araçtan iner, bir koşu eve gidip alacağını aldıktan sonra alı al moru mor yerine yerleşir tekrar, besmeleyle araba hareket eder, yaşlılar içlerinden dualar okur ve  kuşluk vakti erişmeden Aşağışeher’in (Eski Malatya) yolu tutulurdu. Eski Malatya geride bırakılır, Kırkgöz Köprüsü üzerinden Fırat Suyu geçilir, patika yollarda atların nal seslerinin tekdüze şarkısının eşliğinde arabadakiler şarkılar türküler söyleyerek, şakalaşarak, sabırsız çocuklar doyurularak Korucuk’a gelinirdi. Fırat’ın köpüklü bir sel gibi akan sularının kıyısında küçük bir tepenin üzerindeydi yatır. Dışında bir kurban kesme yeri vardı. Korucuk’un türbedarı olacak Kalender adlı bir köylü hemen karşılar ziyaretçileri, ilgilenir, bu ilgisine karşılık kurban eti, deri ve bağırsak alırdı. O da geçinimini bu yolla sağlamaktaydı. (Sonradan Korucuk köyü baraj suları altında kalacak, yatır da Eski Malatya’ya taşınacaktı.)

Eğer “Korucuk delisi”nin hastalığı ağırsa, ailesinin durumu da elveriyorsa,  özel olarak bir taksi tutulur, daha hızlı biçimde götürme yolu seçilirdi. Çevremizde anlatılanlara göre, zincire vurulmuş nice deli, Korucuk’a götürülmüş, oradan zincirsiz, yani akıllı uslu bir kişi olarak dönmüş. (Ben böyle bir şeye tanık olmadım, o yüzden, söyleyenlerin yalancısıyım!) Anlatılırdı, duyardık: Bizim mahalleden bir ailenin kızı vaktiyle Korucuk’a götürülmüş; giderken üç dört kişi zaptedemiyormuş. Bin bir güçlükle oraya varmışlar. Kızı ziyaretgâha sokmuşlar. Şifa bulması gereken kişinin orada bir gece uyuması gerekiyormuş. Öyle yapmışlar. Ancak erkekler köyde bir evde gecelemiş, akıl hastası kızcağızın yanında yaşlı bir Hanım bırakmışlar. (Bize anlatan o yaşlı komşu Hanımdı.) Yine zor bela, yalvar yakar uyutabilmiş kızı. Yatırın yeşil örtülü sandukasına başını koyup uyumuş bir zaman. Sonra yerinden sıçrayarak uyanmış kız. Yanındaki de tetikte ya, o da derhal uyanmış. “Ne oldu kızım?” diye sormuş. “Neden uyandın öyle sıçrayarak.” Kızcağız bir düş gördüğünü söylemiş. Düşünde, Hazreti Ali’yi görmüş. Hazreti Ali’nin mübarek atı, kıza çifte atmış! Kız o an can acısıyla sıçrayıp uyanmış… Bu düş üzerine, “Tamam” demiş, oradakiler. “Hasta kızımız göreceğini gördü. Artık dönebiliriz.” Ve dönmüşler. Kız yol boyunca sakinmiş. O günden sonra bir daha hiç delilik belirtisi göstermemiş. Hatta, çoktan evlenip çoluğa çocuğa karıştı bu hikâye anlatılırken…

Bir söz vardı Malatya’da: “Yerli deliye Korucuk ne yapsın?”

Sürekli yaramazlık eden, söz dinlemeyen, aklı başında davranmayan,  bu nedenle başı beladan kurtulmayan, dolayısıyla ailesini üzen çocukların Korucuk’a götürülmesi  tavsiye edilirdi. Çocuğu  bir türlü akıllanmayan ailelerse, umutsuzluk içinde böyle derdi: “Yerli deliye Korucuk ne yapsın, anam?”

Görünüşte gezme amaçlı yapılan Korucuk ziyaretlerinin bazen de gizli bir amacı olurdu. Delişmen bir delikanlıyı çaktırmadan türbeye sokar, oranın atmosferinde de şifa bulması, akıllı uslu biri haline gelmesi umut edilirdi. Aklından zoru olmayanların da, türbeye girip sandukaya yastıkmış gibi baş koyup yatanlar görülürdü. Onların beklentisiyse, sanırım, çok düşük oranda olduğunu düşündükleri deliliklerinin sıfırlanmasıydı!

Korucuk ziyaretleri biraz hüzünlü olurdu. Çocuklar açısından, gün erken bitmiş, nehir kıyısındaki kumluk alanda koşup oynamaya doymamış olmaktı herhalde bu hüzün. Büyüklerse, yorgun ve kaygılı olurdu ola ki… Akşamın karanlığı çöker yollara, gökyüzünde yıldızlar ışımaya başlar, o, sabahki neşe ve mutluluk içinde göz açıp kapayıncaya kadar tükenen yolculuk bir türlü bitmek bilmezdi… Sessizlik ve karanlık altındaki yolculuk uzadıkça uzardı.

SÜLÜK YAPIŞTIRMA

Yetmişli yıllarda Mısır Çarşısı çevresindeki dükkânlarda sülük satıldığını görünce, sülükle tedavinin yalnızca Malatya’ya özgü bir sağaltım yolu olmadığını anlayacaktım.

Sülük, tatlı sularda yaşayan, dört beş santim boyunda bir hayvancıktı… Adına tıp sülüğü denilen ve kan emen türünde, tükürük bezlerinin bir salgısı, kanın pıhtılaşmasını önleyen bir enzim içerir, diyor kitaplar.

Çocukluğumuzun Malatya’sında, sokak satıcılarından biri de sülükçüydü. Islak bir torba içinde taşıdığı sülükleri, “Sülük ha, sülük!” diye bağırarak geçerdi sokaktan. Sülük almak isteyen, seslenir, satıcıyı. Tanesi kaç paradır o zamanın hükmünce? Yüz para, ya da beş kuruş…  Anlaşırsanız, su dolu bir şişe ister, başlardı içine doldurmaya. Sülükçüyü, nasıl korkmadan  elliyor hayvancıkları diye şaşkınlık içinde izlerdik.

Berberlerde de sülük satılırdı. İçi su dolu bir kavanozda bulundururdu berberler.

Sülük alanlar, sanırım, bedenlerindeki birtakım ağrılardan kurtulmak amacıyla bu hayvancığa kan emdirirlerdi. Sözde, yapıştırıldığı yerdeki pis kanı emer, akan o pis kanla birlikte sorun da giderilmiş olurdu, sanki!

Her ne kadar tıpta bilinen bir hayvancıksa da sülük, insanlarımız ne ölçüde yerinde, doğru ve yararlı kullanabiliyordu, orası kuşkuluydu.

TUZ ÇEVİRME

Tuz çevirme hangi hastalığa karşıydı? Baş ağrısı mı, vücut kırgınlığı mı, yoksa psikolojik sorunlara karşı mıydı, bugün ayrıntısını anımsamıyorum. Ancak büyüklerimizin –nedense daha çok da hanımların– sık sık  başvurduğu bir iyileşme yoluydu. Başının üstünde tuz çevrilerek dua okunan kişi nasıl iyileşirdi? O da bir sır…

Kediyle ilgili şikâyeti olan hatun kişiye, ya tuz çevirtmesi önerilir, ya da “Gel sana bir tuz çevireyim!” denilirdi.

Başının üstünde tuz çevrilmesini kabul eden ya da bunu isteyen kişi gelip, tuz çevirecek kimsenin önüne çöker, başına da bir ehram örterdi. Tuz çeviren, parmaklarının arasına bir tutam tuz alır, sessizce birtakım sözcükler (ola ki Arapça bir dua) mırıldanarak, hastanın başının çevresinde, omuzlarının üstünde ağır ağır elini çevirirdi. Öyle uzun ve sıkıcı bir ritüel değildi sanırım. İki üç dakikada biterdi. Tuz çevirten, “Eline, ağzına sağlık” sözleriyle teşekkür ettikten sonra, yanında getirdiği bir şeyi, diyelim bir yumurtayı, ücret yerine sunardı. Çevrilen tuzun şifa vermesi için bir bedel ödenmesi gerekiyordu, anımsadığım kadarıyla. Çeviren de bu verilen şeyi reddetmiyordu çünkü. Ama kişinin verecek bir şeyi yoksa, yalnızca; “eline diline sağlık,” denilmesi de yeterliydi.

Bugün Malatyalı olarak yaşı kırk, elli civarında olanlar tuz çevirme sahnelerine çokça tanıklık etmiştir.

KULUNÇ KIRMA

Kulunç kırma, sanırım bedensel hareketsizlikten doğan ağrılara, eklem sorunlarına, kas tutulmalarına karşı yapılırdı… Şikâyeti olan kişi temiz bir halı ya da kilim üzerine yüzükoyun uzanır; güçlü kuvvetli bir kişi de onun kollarını ters yönde sertçe çekerek hareket ettirirdi.

Bunun bir başka türü de “bel ayaklatma” biçimindeydi. Sırt bölgesinden şikâyeti olan kişi yine yüzükoyun yatar, kendini serbest bırakır; kiloca daha hafif olan biri, genellikle de bir çocuk, onun üstüne çıkıp bir aşağı bir yukarı yürürdü. Sanırım kasların birazcık yumuşamasına, eklemlerin rahatlamasına yol açardı bu masaj.

AYIYA ÇİĞNETME

Bu işlem için, sokaktan geçecek ayıyı beklemek gerekiyordu. Sokaktan da sık sık ayı geçmiyordu elbet. Yılda, bir ya da iki kez… Ayı oynatan bir Çingene tef çalarak sokakları geziyor,  sarı yirmi beş kuruşu gözden çıkaracak kadar gönlü gani birileri çıkarsa, burnuna halka takılmış ayıyı dürterek basit birkaç gösteri sergiletiriyordu. En çok tutulanı da, “Hamamda kaynanam nasıl bayıldı?” ya da “Genç kızlar hamamda nasıl yıkanır?” türünden gösterilerdi.  Gösterinin uzamasını isterseniz birkaç kuruş daha vermek durumundaydınız.

İşte o oyuncu ayıya, sırtını çiğnetenler de olurdu. Kim bilir, o zamana kadar kaç kez, “Bir ayı geçse de, şöyle doya doya sırtımı ayaklatsam!” diyerek özlemle yolu beklenen ayı, zincir şakırtısı ve tef nağmeleri eşliğinde sonunda bir gün çıkagelirdi. Ardı sıra da, bir çocuk seli doldururdu sokağı. Genç kadınlar, kızlar pencerelerden, perde aralığından, erkeklerle çocuklar aşikâre seyre çıkardı bu zamanda.

Sırtını çiğnetmek isteyen kimse, önce uzun uzun pazarlık ederdi ayıcıyla. Sırt çiğneme özel bir hizmet türü olduğu için elli kuruştan aşağı inmezdi ayıcı. (Gümüş elli kuruş, herkesin cebinde yoktu bile.) Pazarlık sonucu belki kırka, otuza inerdi.

Para konusunda anlaşma sağlanınca yere bir halı serilir, sırtı çiğnenecek kişi yüzükoyun yatar, ayı da ustalıkla sırtına çıkıp yürümeye başlardı hafif adımlarla. Ayıcı komutla, ayının hızını ayarlardı. Tabii seans uzun sürmezdi, ayıcının zamanı değerliydi çünkü; gezeceği sokaklar vardı daha…

Ayıya sırt çiğneten kişi, derinden bir oh çekerek rahatladığını belli ederdi.

Ayıcı da parayı cebe indirmenin mutluluğu içinde savuşurdu oradan.

MUSKA YAZDIRMA

Muska yazdırma, ruhsal ve duygusal sorunları giderme amacına yönelik olarak çok geniş bir yelpazede kullanılır ve “ilmi derin, nefesi  güçlü” hocalara (kimlerse onlar!) yazdırılırdı. Hayırsız evladı yola getirme, tutuk öğrencinin zihnini açma, karı koca arasında şirinlik yaratma, takıntılardan kurtulma, kız bağlama, cinlerin tasallutuna karşı koyma, kaynananın dilini bağlama, kem gözlerden sakınma, kocayı baştan çıkaran ikinci kadından kurtulma, büyü çözme, kafayı üşütme gibi çok değişik durum ve illetlere karşı yazdırılan muska, bazen gizlice erkeğin giysisinin içine, bazen yastığının görünmez yerine dikilir, yahut suda ezilip içirilir ya da yedi kat muşambaya sarılıp, savatlı gümüş zarflara konulup boyna asılırdı. Artık hoca efendi nasıl uygun görmüşse…  Yedi kat muşambaya sarılmasının nedeni, bu kutsal(!) belgeyle, ayakyoluna gidildiğinde, muskanın hükmünün “necaset” kokusuyla bertaraf edilmemesi ve de günaha girilmemesi içindi!

Arap harfleriyle uzun kâğıtlara yazılan bu muskaların içeriğinde neler yazılı olduğu bir yana, bunları yazdıranlar bir yararını görüyor muydu acaba? Hiç umudu olmayan bilgisiz insanlar için bir umut kapısıydı işte. Tabii hoca efendiler için de geçim kapısı!

Kırsal yörelerde, özellikle yabani ortamlarda gezen çobanlar da, yılan ve akrep sokmalarına karşı kendilerini korusun diye “efsunlu” kâğıtlar yazdırıp bedenlerinde taşırlardı.

DEYİN ETİ

Bilindiği gibi yerel dilde sincaba “deyin” deniliyor. Eski evlerin bağlarında bahçelerinde  deyine çokça rastlanırdı. Çünkü deyinler ceviz yetişen yerlerde yaşardı. Malatya’da o yıllarda ceviz ağacının olmadığı bahçe var mıydı? Her bahçede en bir tane o görkemli, gölgeli ağaç büyük, bahçe sahipleri de gözleri gibi bakarlardı. Nasıl bakmasınlar? Kerestesinden mobilya yapılan, bereketle meyvesi Tanrı’nın bir nimeti olan bir ağaçtı!

İnsanlar değerini bilir de, sincaplar bilmez mi? Onlar da bu ağaçların çevresinde yuvalanır, kışlık depolarını kurar, yavrularını yetiştirirlerdi. Yaz boyunca,  o alıp başını gökyüzüne doğru uzayan cevizin tepesinde, burcunda, daldan dala atlayarak, oynayarak, aralarında cıvıldaşarak hem karınlarını doyurur, hem de kışlık yiyeceklerini toplarlardı. Yuvalarını da, depolarını da gözden ırak, insan elinin yetişemeyeceği yerlere kurarlardı. Yüksek ağaçların burçlarında cirit attıkları için de, kolay kolay insanoğlunun tuzağına düşmezler, en küçük bir tehlike belirtisiyle, gür yapraklar arasında göz açıp kapayıncaya dek yitiverirlerdi!

İşte o, hep cevizle beslenen sincapların etinin çok lezzetli olduğundan başka, basur hastalığına da iyi geldiği rivayet edilirdi Malatya’da.

Hekime başvurmak, eczaneden ilacını almak dururken, çevrede bolca bulunan kırmızı tüylü şipşirin yaratıkların etinden şifa ummak ne kadar doğru bir yönelimdi, bilemiyorum… Ancak basurun bir kalınbağırsak hastalığı ve dolayısıyla anüsle ilgili olması, sanırım hekime başvurmayı güçleştiriyor, deyin etinden medet ummaya itiyordu insanları… İşte o zaman ağaçların tepesinde, gizli saklı yuvalarda deyin avına çıkılıyordu.  Taş gibi katı kör cevizleri bile dişleriyle un ufak eden hayvanları yakalamak kolay mıydı sanıyorsunuz? Önce yuvasını keşfedeceksiniz. Oraya kadar tırmanacaksınız. Hayvancık yuvadaysa kıstıracaksınız. Elinizi, keskin dişlerinden koruyacaksınız… Ama doğadaki en acımasız, en kurnaz avcı olan insanoğlu bir sincapla mı başa çıkamayacak?  Yavrularıyla birlikte gizlendiği ağaç kovuğundan onu  çıkarmak için yuvaya bir sigara yakıp atar; duman ve ateş karşısında sıkışan hayvan canını kurtarmak için başını uzatınca, dişlemesi için de ağzına bir keçe parçası verilirdi. Hayvancık keçeyi ısırır, böylece dişleri kenetlenmiş olurdu! O zaman üstüne bir torba atılır ve torbanın ağzı hemen bağlanırdı.

Deyin eti yiyip de basur hastalığından kurtulmuş olanı ne gördüm, ne de duydum!

DEVE SALYASI

Tedavi konusunda bir boşinanç da, deve salyasıydı sanırım. Bunun hangi hastalığa iyi geldiği vehmedilirdi? Fiziksel mi, ruhsal mı? Ondan emin değilim. Yalnız, çocuk felci geçirmiş, eli ayağı özürlü, ruhsal gelişimini de tamamlayamamış bir kız çocuğuna uygulandığını iyi anımsıyorum.

Eskiden Malatya’da arada bir de olsa sokaktan deve geçerdi. Korucuk yolu üzerindeki Sinan köyünde,  deve beslendiği malum. (Hatta uzun boylu, ama işe yaramaz kişileri, develerin hizmetini görsün diye Sinan köyüne sürgün ederdi Malatyalılar o yıllarda!) Başka köylerde de deve bulunuyor olmalı ki, gâhi çarşı pazarda, gâhi mahallemizde, deve katarının geçişine tanık olur, bundan da çocuksu bir heyecan duyardık… (Daha önce de yazmıştım bir yerde, dedemin Halep’e mal götürüp oradan da Malatya’ya mal getiren deve kervanı varmış; o develer yükleriyle birlikte kapıdan geçebilsin diye, evimizin kapısını oldukça geniş kanatlı tutmuşlar yapılırken. Olası ki, tek kervan sahibi de dedem değildi Malatya’da.)

Birinde yine sokağımızdan üç beş develik bir katar geçiyordu. Küçüklüğünde çocuk felci geçirmiş kızcağızın babası deveciye seslenerek durdurdu. Develere, para karşılığında tuz yedirip yedirmeyeceği soruldu. O da, bir şart daha koştu; hem para, hem de biraz ekmek istedi. Kabul edildi. Evden, bir tepsi içinde avuç dolusunca tuz getirildi. Deveci, develerden birinin ağzına tuttu tepsiyi; o, tuz yemeyi sever diyerek… Sürmeli gözlü devecik, tepsiyi yalamaya başladı. Uzun koca diliyle yaladıkça ağzından ak köpükler akmaya başladı. Yoğun, salyalı köpük çoğaldıkça çoğaldı. Devenin ağzından akan köpükleri başka bir kapta topluyordu deveci. Tuzu silip süpürdü, daha getirdiler. Onu da sildi süpürdü. Sonra biraz da öteki develere tattırdı. Onların ağzından saçılan köpükleri de yine bir kaba aldılar. Devecinin görevi bitti, develerinin yularını toparlayıp yola koyuldu. Kaplar dolusunca deve köpüklerini eve götürdüler. Ne yaptılar o köpüğü? Çocuğa yedirdiler mi, bir yerlerine mi sürdüler, yoksa başka bir işlem mi yaptılar? Çocuktum, bilgisizdim, bilemedim; sormayı akıl edemedim… Bugün de soracağım bir kimse kalmadı!

KORKU OCAĞI

Eskiden Malatya’da, rüyasında korkmuş çocukları  ya “korku ocağına” götürürler, ya da hocaya okuturlardı. Korku ocağı neresiydi, bu gücü nereden geliyordu? Bugün, korku ocağını, Akpınar taraflarında, Sarıcıoğlu ya da  Halfettin Mahallesi’nde bir ev olarak anımsıyorum. O evin avlusunda bir kaynak suyu vardı yanılmıyorsam. Gitmedim, götürülmedim, dolayısıyla görmedim orasını. Ama şifa umarak götürülen çocukları biliyorum. Hatta, o evin sahipleriyle akraba olan bir komşumuz vardı; korku ocağını ziyaret etmek isteyenler, bu akrabasını araya koyarlardı. Çünkü korku ocağının sahipleri, münasebetli münasebetsiz ,öyle her kapıyı çalanı içeri buyur etmek istemiyorlar diye duyardık. Gidenleri de evin yaşlı Hanımı karşılar, buyur eder, ilgilenirmiş…

Korkmuş çocuğun (bu kişi bazen büyük de olurdu, evet!) korkusunu çıkarmak nasıl bir ritüel izlenirdi? Sanırım koku ocağı denilen evdeki kaynaktan su içirilirdi. Sonra oradan testiyle yedek su alınır, daha sonra da içmesi sağlanırdı…

Çok küçük yaşlarımda, bir yer ocağı düşünürdüm oysa ben. O ocağın içindeki külü elleyip yüzlerine sürüyorlar diye hayal ederdim. Ocak denilince yalnızca evimizin kış odasındaki hem üzerinde yemek pişirilen hem de şömine gibi ısınmak için ateş yakılan ocak aklıma gelirdi çünkü.

Bu dediklerim, benim kuşağımın çocukluk yıllarında olup bitenler. Daha sonraki yıllarda (altmışlı yılların ardından) korku ocağının iyileştirici gücüne inanan kuşaklar da azaldı, söz konusu evin sahipleri de değişmişti belki… Ya da yeniyetmeler artık bir şeyden korkmaz olmuştu, kim bilir!

Korkan çocukları bir de hocaya okuturlardı. Çocukluğumuzda, “elifba” (Arap harfleri) öğrenmek için gönderildiğimiz (Akçalı Ceget’teki) Hoca aynı zamanda bu işlere de yardımcı olurdu. Korkan çocuk bir büyüğünün kucağında, Hoca’nın önünde oturtulur; önüne de ak bir tülbent açılırdı. Hoca, Kutsal Kitabı açar, içinden bir sure okur, arada bir çocuğun yüzüne doğru üflerdi. Okuma bittiğinde, o, ciltli, kalın, ağır kitabı öyle bir hızla çocuğun burnuna yaklaştırarak kapatırdı ki, zavallı çocuk ürküntüyle adeta yerinden sıçrar ya da uykusundan sıçrayarak uyanırdı! O sıçrayış, çocuğun içindeki korkunun çıktığına yorumlanırdı!

Kitap kapatılır, öpülerek alna konulur üç kez; kılıfına yerleştirilip duvara asılır. Hoca ile çocuk arasına serilen ak tülbent çocuğun başının üzerinde ikiye, dörde, sekize katlanır ve Hoca’ya armağan edilir… Ayrıca da Hoca’nın “hakkı” ödenir ve helalleşilirdi.

Bazen korkunun izi, çocuğun büyümesine karşın tümüyle silinmez; tuhaf davranışları yüzünden, “Bizim oğlan azıcık eserli” denilerek hoş görülürdü.

Hocaya okutma, yetişkinler içinde başvurulan bir yoldu. Sinir hastası olanlar okutularak iyileştirilmeye çalışılırdı. Kurşun dökme, cin bağlama, cinleri kovma, şeyhlerden yardım dileme gibi tıpla ilgisi bulunmayan iyileştirme  yolları, ne yazık ki eski insanlarımızın bilgisizliğinden ve umarsızlığından doğan olaylardı. İşin tuhafı bugün de bu yollara başvuran insan sayısı az değil!

YAĞLA PEKMEZ

Malatyalının ezeli ve ebedi ilaçlarından biri, tereyağıyla pekmezdir! Kışın aylarında hemen her evde bir iki kez yağla pekmez kızdırılırdı…  Üşütmeye karşı icat edilmiş gerçek bir şifa kaynağıydı bu ikili. Kilerinde koca bir teneke ya da küp dolusunca pekmez bulunmayan ev var mıydı acaba? Dedik ya, bağlarda bahçelerde, avlularda dutların mebzul olduğu yıllar…

Soğuk algınlığı, üşütme mevsimi gelip çattı mı, analarımızın bu kadim ilacı da gündemdeki yerini alırdı.

Yer ocağı, mangal ateşi ya da soba üzerine gümüş rengindeki kalaylı bakır “kulaklı” yahut “kulplu” tava konulur; önce bir kaşık aş yağı (tuzlanmış, yemeklik tereyağı) bu tavada eritilir. Sonra erimiş yağın içine de yine bir kaşık pekmez konulur. (Dut ya da üzüm pekmezi fark etmez; ama inadına tatlı olan dut pekmezi daha çok tüketilirdi.) Köpürünceye kadar, kaşıkla karıştıra karıştıra  iyice kızdırılır. Tabii, tava da, kaşık da, el değmeyecek kadar kızmıştır o sırada. O nedenle kaşığın sapı da, tavanın kulağı da birer “tutacak”la tutularak ateşten indirilir. Soğumasına fırsat bırakılmaz!

Hasta kişi çocuksa, hem ağzının yanmasından, hem de pekmezin aşırı şekerinden ötürü kolay kolay yanaşmaz bu doğal ilacı içmeye.Çünkü, daha önceki içmelerinden bilir; boğazına akıtılan ilk kaşıkta ağzının içi yanacak, derisi kavlayacaktır o saat!.. Anne ya da babanın buyruğuyla, istemeye istemeye bir kaşık içse bile, sonrasında yine direnir; ağzını yumar, ağlamaklı olur, aralıklı içmeye çalışır ki biraz soğusun mübarek! Bu arada annesi diller döker, sözle kandırmaya uğraşır: Bunu içip bitir de iyileşirse, onu gezmelere götürecek, para verecek,  sinemaya götürecek, ayrıca ona çok sevdiği cevizle pestil verecektir vs…

Çocuk kâh korkuyla, kâh ödül vaadiyle katlana katlana sonuna kadar içip bitirir ilacını. Son yudumlar zaten birazcık olun soğuyarak, daha da kolay yutulur.

Daha bir dakika geçmeden, bir ter basar bedeni. Yüzü pembeleşir. Ense kökünden başlayan ter, tüm bedene yayılır. İçi ısınır kişinin, kaslar gevşer, üşüme uçup gider o saat. Ter basınca, hekim anne, çocuğun üstünü örterek ya yün minderlerden yapılı bir köşeciğe, yahut yatağına yatırır hasta çocuğu. Bir güzel uyku bastırır ki, baldan pekmezden tatlı!

ERİK SALÇASIYLA KAHVE

Erik salçasının Malatya’daki adı, “erik ekşisi.”  Adına kayaeriği denilen, sarı renkli, diş kesmeyecek kadar çok sert bir eriğin kaynatılmasıyla elde edilir. Güz mevsiminde olgunlaşıp sararır, yenilmez, yalnızca salça yapmaya yarar. Kaynatılıp süzüldükten sonra, temiz kaplarda üzerine ak tülbent örtülerek güneşe bırakılır, kendi halinde koyulaşması sağlanır. Kış aylarında bazı yemeklere, sulandırılarak eklenir. Salatalara limon yerine konulursa ekşilik verir. Bir de kışın yapılan ekşili köftenin ana malzemelerinden biridir.

Malatya mutfağına özgü bir salça türü olan işte bu erik ekşisinin ilaç olarak kullanımı da yine Malatyalıların bir buluşu.

Ağır derecede bağırsak hareketliliğine karşı birebir! Leblebi iriliğinde yuvarlak parçalar halinde hazırlanan erik salçası, ayrıca çekilmiş kahveye bulanır, hasta kişiye hap gibi yutturulur… Çok değil, beş on dakika içinde etkisini gösterir, bağırsağın çalışması durur, peklik kazanır.

KURU ŞİŞE

Başka yörelerde “kupa çekmek” diye nitelenen işlem, Malatya’da “kuru şişe” adıyla söylenir.

Kuru şişe sırt bölgesine çekildiği için, sanırım üşütme sonrasında kasları gevşetmek amacı taşıyordu.

Nasıl yapılırdı kuru şişe?

Kendisine şişe çekilecek kişi, belden yukarı soyunur, yüzükoyun yatar.  Beş altı tane cam bardak getirilir. Bir maşanın ucuna pamuk sarılır ve ispirtoyla ıslatılır, ateşlenir… İspirtolu pamuğun mavimtırak alevi bardağın içine sokulup havası alınır ve hemen hastanın sırtına, ya da beline, neresinden şikâyetçiyse orasına yapıştırılır. Bardağın yapıştırıldığı yer o anda kızarıp kabarmaya başlar… O şişlik bir iki dakika sürer, sonra eski haline döner. Bardağın içindeki sıcaklığı emen kaslı bölgede –sanırım– bir rahatlama oluyordu. Bu rahatlamayı artırmak için,  gevşeyip düşecek gibi olan bardaklar yeniden alevle ısıtılır ve yapıştırılırdı.

Kuru şişe çekilen kimseler bundan yarar görüyor olmalı ki, Malatya’da yaygın olarak bilinen ve uygulanan bir işlemdi. Kuru şişe çekmekte kullanılan bardaklar su içilmez, bir daha kullanılacağı zamana kadar üzeri örtülüp bir köşeye kaldırılırdı.

BEYAZ HIYAR

Şimdilerde yaz kış manav tezgâhlarında salatalık, yani hıyar bulunuyor; oysa eskiden yalnızca yaz aylarında çarşı pazara çıkardı. Salatalığın yeşil renkli sebze olduğunu söylemeye gerek yok. Ama  o yeşillik arasında tek tük de beyaz salatalığa rastlanırdı. (Genleriyle oynanmadan ve de hormonlanmadan önce.) O beyaz kabuklu saltalıklar da alınıp satılır, ötekiler gibi soyulup yenilirdi; aralarında bir lezzet farkı yoktu elbet. Ama yazları ortaya çıkan bir cilt sorunu halletmekte birebirdi!

Yaz ayları –malum–  ter aylarıdır. Genellikle hassas ciltli çocuklar, bazen de yetişkinler, aşırı terlemekten isilik dökerlerdi! Deyim, aynen Malatya’ya ait: İsilik dökme… Bütün beden, küçük, pembe sivilcelerle kaplanır, kaşıntı ve rahatsızlık verir… Önlem alınmaz, özellikle cilt kirli kalırsa  o küçük sivilceler patlar yaraya çevirir diye korkulurdu. Bunlardan kurtulmanın çaresi pudradır; ancak o yıllarda pudraya ayıracak para mı var insanlarda? Tanrı’nın tarlalar dolusu hıyarı dururken… İsilik olan çocuk soyulur, bütün bedeni, özellikle isilikli yerler bir güzel, ikiye bölünmüş beyaz hıyarla ovulurdu. Büyükler ortalık yerde soyunamayacağı için onlara hamamda uygulanırdı bu tedavi.

Nasıl bir kimya içeriyorsa, isilikler hıyarın suyuna direnemez, çıktıkları gibi söner giderdi birkaç saat içinde.

Büyüklerimizin belki rastlantıyla, belki el yordamıyla buldukları hıyar suyunun kerameti, günümüzde “salatalık kremi” olarak, cilt bakımında kullanılmaktadır! (Hikmetinden sual olunmaz!)

GAZYAĞI

Kışla birlikte gelen hastalıklardan biri de solunum yolları hastalıklarıydı, malum. Hele top peşinde koşturmuş, bir de terli terli su içmişseniz, şifayı kaptığınızın resmidir artık! Ciğerler üşütülür, öksürükler başlar. Hastalığın henüz başlangıcıdır ama… Bu durumda akla gelen ilk tedavi, sırta gazyağı sürmek!

Gece yatmadan önce, aynı zamanda evinizin hekimi olan ninenizin ya da annenizin önüne oturur, sırtınızı açıp kuzu kuzu beklerdiniz. O eli öpülesi, evin hekimi, bir parça pamuğu gazyağıyla ıslatır, çıplak sırtınıza hafif hafif sürerdi. Üstüne de, hem çamaşıra bulaşmasın, hem de sıcak tutsun diye bir tülbent ya da gözden çıkarılmış bir havlu konulur, düşmesin diye de ayrıca bağlanırdı.

O gece yatar kalkarsınız ki, ciğerleriniz ısınmış, göğsünüz yumuşamış, soluk alıp vermeniz rahatlamış bir güzel…

Gazyağı yoksa tentürdiyot sürüldüğü de olurdu sırta. Ancak viks adı verilen mentollü ilaç çıktıktan sonra, ötekiler tedavi listesinden düştü.

TAZE KOYUN GÜBRESİ

Koyun gübresinin yalnızca tarım yapılan toprağa atıldığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz!  Malatya’da, bu doğal maddenin, hastalıklı saç derisini iyileştirme amacıyla kullanıldığına bizzat tanık oldum.

Beş altı yaşlarında bir kız çocuğunun saçlarında yer yer seyrelmeler baş gösterince, ailesi haklı olarak telaşa kapıldı. Kız çocuğunun başının kel olması, evde kaldığının resmiydi! Kimseler oğluna istemezdi artık o kızı. Hiçbir anne baba da kızını o durumlarda görmek istemez…

Mahallenin deneyimli yaşlıları, çocuğun başındaki sorunun taze koyun gübresiyle giderileceğini söylemişti.

Anne baba, kızlarının geleceğini karartmamak için her yola başvurmaya razıydı.

Bu işlem için çocuğun başı kazındı. Üzeri gübreyle özene bezene sıvandı. Güneşe çıkarıldı. Öyle kaç saat bekletildi? Belki iki, belki üç saat… Sonra yıkandı. Bir zaman sonra başının üzeri saçla kaplandı. Çocuğun kel kalma olasılığı ortadan kalkmış oldu.

SARIMSAK, SAÇKIRANA KARŞI!

Sarımsak, Antep mutfağındaki kadar değilse bile, Malatya mutfağında da hatırı sayılır bir yere sahiptir. Karnıyarıktan patlıcanlı tavaya, kabaklı köfteden kelle paçaya kadar birçok yerde lezzet verici, iştah açıcı olarak kullanılır.

Tabii sağlık alanında tedavi amaçlı olarak da sarımsak birçok yerde işe yarar. Yarar sağladığı bir alan da -bir tür deri hastalığı olan- saçkıran tedavisidir.

Bir diş sarımsak ortasından kesilerek, yüzde ya da kafadaki hastalıklı derinin üzerine yedire yedire sürülür. Sürüldükçe erir… Yeni bir diş kesilip sürülür. Tabii sarmısak sürülen bölge yanar, kişi sarmısak kokusuyla adeta tütsülenir. Çevre buram buram kokuya keser. Önemli değil. Önemli olan sağlık… Bu uygulama birkaç gün yinelenir. Sarımsak sürülen hastalıklı deri yaraya çevirir, kanar, kabuk bağlar. Kabuk düştüğünde, alttan sağlıklı ve kıllı deri belirir.

Öyle sanıyorum ki, bu ilkel ve basit tedavi yöntemini cilt hastalıkları uzmanı hekimler de onaylar.

KABAK ÇEKİRDEĞİ

Kabak çekirdeği genelde eğlencelik olarak bilinir; ama halk arasında tedavi edici özelliğinden de yararlanılırdı. Şimdiyi bilmem ama, eski kuşak Malatyalılar arasında kullananlar vardı.

Söylendiğine göre, çiğ kabak çekirdeğinin kerameti, bağırsak şeritlerinin hakkından gelmesiydi. Eski Buğday Pazarı’nın karşısında; tohumluk, fide, taze yonca satan dükkânlar vardı. Çiğ, yani kavrulup tuzlanmamış kabak çekirdeği o tohumcu dükkânlarından satın alınırdı. Çekirdekler tek tek soyulur, içleri çıkartılır, sonra o iç havanda dövülerek topak haline getirilir… Bağırsaklarında şerit bulunan kimseye, aç karnına lokma lokma yedirilirdi.

Görmedim ama, işittim: Bu, ilaç niyetine yenilen kabak çekirdeği, şeridin baş düşmanı imiş! O saat, bağırsağı terk edermiş… Hilafı varsa, vebali, söyleyenlerin boynuna!

Çocuklar özellikle ilk gençlik çağında soluk benizli ve zayıfsalar, bağırsağında bir asalak yaşadığına ve yiyip içtiklerine ortak olduğuna hükmedilirdi.

DUT KURUSU TÜTSÜSÜ

Eskiden kâğıt mendiller de yoktu böyle… Kimilerinin çevre, kimilerinin yağlık dediği kumaş mendiller vardı. Her erkeğin, her kadının bir takım mendili bulunur, temizlik konusunda titiz olanlar, her gün yeni bir mendil koyardı cebine. Sabahleyin evden dışarı çıkarken, ola ki unutmuştur diye, karısı ya da kızı, evin erkeğine anımsatırdı: “Mendilin var mı yanında?”

Akşam evine dönen erkekler yıkanması için çoraklarını çıkarırken, gün boyunca kullanılmış mendillerini de yıkanmaya verirlerdi. Yıkanır, ütülenir, bir daha kullanılmak üzere yerine konulurdu… Kadınların mendilleri renkli, işlemeli, ipekli kumaştan; erkeklerinki pamuklu dokuma, sade görünüşlü olurdu. Yaşlı kuşak erkekleri de özellikle “geniş çevre” taşımak isterlerdi; çünkü eve dönerlerken içine satın aldıkları öteberiyi doldurur, dört ucundan bağlar, öylece taşırlardı.

Mendilin dut kurusuyla ne ilgisi var, diyeceksiniz şimdi…

Nezle olunca, mendiller dayanmazdı bazen, cünüt gibi akardı burun! (Cünüt: Sızıntı halindeki su  kaynağı. Bu sızıntı birikerek küçük bir gölete dönüşürdü bazı bahçelerde.) Artık mendillerle başa çıkılamayan buruna tütsü yapılırdı.

Tabii o zamanlar (kırk, elli yıl öncesi) her evde iyi kötü mangallar vardı. Çünkü zengin fakir, her evde okun sobası yakılırdı. Kuru meşe odunu, hemencecik yanıp geçmez, közü saatler boyu, için için yanardı. İşte o, sobadan mangala çekilen közün üstüne bir çimdik tuz atılırdı önce, ya da biraz külle örtülerek dinlenmeye bırakılırdı. (Tuz, ateşin zehirli gazını alırmış, öyle bilinirdi.)  Sonra ateşe birkaç tane kuru dut atılarak yakılır, yanan dutun tütsüsü buruna çekilerek solunurdu. Kuru dut dumanıyla tütsülenen kişinin başının üzerine de bir havlu örtülürdü ki, duman çevreye kaçmasın, ciğerlerine iyice dolsun.

Tütsünün bir yararı olmalı ki, nezleli kişi artık rahat nefes aldığını söylerdi.

Sonraki yıllarda mentollü viks çıkacak, sıcak suyun içine konularak aynı biçimde buharıyla nefes yollarını açmak üzere kullanılacaktı.

Malatya’da uygulanan tedavi yöntemleri bunlarla da sınırlı değildi elbet: O eski dönemlerde tıp hekimleri kadar berberler de sağlık hizmeti verirlerdi. Örneğin diş çeker, sünnet, hacamat işlemleri yaparlar, saç ekerlerdi. Belki daha başka uygulamalar da…

Boğmaca olan çocukların boynuna, ipe geçirilmiş küçük bir anahtarla sukabağı çekirdeği asılırdı. Sonra da boğmaca ocağına götürülürdü…

Kızamık geçiren çocuklara kızamık şekeri yedirilirdi ki, bu şeker bildiğimiz loğusa şekerinden başka bir şey değildir.

Kolunda ağrı sızı olan kimi hanımların, bu dertten kurtulmak için yılan gömleği sardıklarına bizzat tanık olmuşumdur. Yılan gömleği, bilindiği gibi  kırlarda, bağ bahçelerde bulunurdu.

Yine kol ve bacaktaki incinme ya da kırıklara karşı kirli yün bağlandığı olurdu.

Damdan düşenleri, sıcak posta sararlardı.

Dabaz olanları, Dabazpınarı’na götürür, su içirirlerdi.

Kulağı ağrıyanlara şöyle bir tedavi uygulanırdı:  Sacda tuz kızdırılır,  bu sıcak tuz bir torbaya konur, kulağı ağrıyan kişi, yastık gibi kulağını sıcak tuz torbasının üstüne koyarak bir gece yatardı öyle. Tabii biraz da kulağına zeytinyağı akıtılır. Sabah kalktığında kulağının içindeki kirler dışarı çıkmış olurdu.

Elini, parmağını bıçak kesmiş kişilerin yarasına ya tuz basılırdı ya da tütün. Tuz yarayı pişirir denirdi. Bu iki malzemenin bulunmadığı durumlarda yaranın üzerine işenirdi! Çocukların çişinin temiz olacağı inancıyla onları işettikleri de olurdu.

Herhangi bir darbe sonucu gözü kanlanmış kimselerin gözünü iyileştirmek için üzerine koyun ya da keçinin taze akciğeri uygulanırdı. Bir iki gecelik uygulamadan sonra kanın dağıldığını görmek mümkündü.

Yine bazı darbeler sonucu kolu bacağı incinmiş kimselerin berelenmiş yerine çiğ et bağlanarak iyileşmesi sağlanırdı.

Çiğnenmiş ekmek içinin de bazı durumlarda kullanıldığına bizzat tanık olduğumu söyleyebilirim.

Kan çıbanı denen yaraların üzerine “çiğ helva” uygulanırdı. Çiğ helva da yine bitkisel kökenli bir maddeydi. Nelerden yapılırdı, tam olarak anımsamıyorum ama, hamura benzer bir malzemeydi.  Çıbanı patlatır, içinde biriken cerahat dışarı akar, yara kapanırdı.

Sıtmanın yaygın olduğu dönemlerde bu hastalığı iyileştirmek için, suyundan içilen bir pınar olduğu biliniyor. O pınardan ötürü, semtin adına da Sıtmapınarı denilegelmiş.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Yaşlı kuşak insanları, eminim benden daha fazla tedavi yöntemleri anımsarlar.

O ilaçları keşfedip uygulayan geçmiş zaman insanlarına rahmet, şimdiki hastalara da şifa dileyerek bu konuyu noktalayalım…

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.