Ercan Er adlı bir hemşerim elektronik posta ile bir yazısını göndermiş:
“Bir zamanlar Malatya neden güzeldi?” diye soruyor… Kendince buna yanıtlar veriyor. O kendi Malatya’sını anlatıyor. Herkesin, her kuşağın bir Malatya’sı var, orada çocukluğunu, gençliğini, gençlik hayallerini, aile yakınlarını bıraktığı…Malatya bizce de bir zamanlar çok güzel bir kentti. Çünkü Malatya’da yaşayan insanlar güzeldi… . Bu insanların, kendilerine göre tutarlı bir ahlak anlayışı, bağlı oldukları gelenek ve görenekleri vardı; bu ahlak çizgisinin temelinde hümanizm yatardı, hatır gönül vardı, iyi komşuluk vardı...
İnsanlarımız doğayı seviyor, doğallığı yaşam biçimi olarak benimsiyordu... Çiçek açan bir mişmiş çitilini, gözü gibi sevip koruyan insanlar bilirim. Bir akarsuyun boşa akmasını kendine dert edinen insanların memleketiydi Malatya. Harman kaldırırken yerdeki karıncanın hakkını gözeten kimselerin memleketiydi Malatya. Her yıl ağaçların tepesinde kuşlar için de birkaç mişmiş bırakan bir kuşağın çocuklarıydık…
Evlerde kedi, köpek beslenir, bu canlıları, Yaratan’dan ötürü sevmek gerektiğine inanılırdı.
Yoksul komşusuna bir tabak yiyecek vereceği zaman kimseler görmesin diye, akşamın karanlığını bekleyen, o komşunun kapısını sertçe değil, hafifçe çalan insanların kentiydi Malatya.
Sadelik, gösterişten uzak durmak, hayır işlerini gizli tutmak, müeddep suskunluk, aç gezse bile aç olduğunu belli etmemek... gibi erdemlerin insanıydı Malatyalı.
Tüketici değil, üreticiydi bizim insanımız. Yaz kış kendi ürettiğiyle geçinir, ekmeğini tandırda kendi pişirir, zahiresini, salçasını, turşunu, tarhanasını, pestilini kendi hazırlar; tatlısını tuzlusunu kendi kotarırdı. Hazır yiyici değildi.
Ticaret olumsuz yönleriyle yapılmazdı. Üçe aldığını on üçe satmak, müşteriyi enayi yerine koymak, malın ıskartasını alta gizlemek, Malatya esnafının ahlak anlayışında yoktu.
Vicdan vardı insanlarımızda, vicdan! Küçükler yetişir, büyüklerinden vicdanlı olmayı öğrenirlerdi. Örneğin kuru kayısı, gerçekten kuruydu bir zamanlar Malatya’da… İslim sonrasında saklanan kayısı bodrum katlara konulmazdı ki, nem almasın! Oysa şimdilerde duyuyoruz: Birtakım kara vicdanlı, gözünü toprak doyurası kimseler, ellerinde su hortumuyla gün kurusunu suluyorlarmış! Bunlar Malatya insanından olabilir mi? Bu gibi adamların varlığıyla Malatya hâlâ güzel kalabilir mi?
Malatya’dan satın alınıp İstanbul’a gönderilmiş kayısılar vıcık vıcık çıkıyor kutudan! Günlerce kalorifer üstünde kurumuyor!
Bizim zamanımızda böyle bir ticaret anlayışı, böyle esnaf ahlakı yoktu. Tüccarın gözü kazanç hırsıyla kanlanmış değildi! O yüzden eskiden Malatya çok daha güzel bir yerdi…
İbadetinde sade, samimi ve gösterişsizdi Malatyalı. Allah inancının ticaretini yapanları yadırgardı. Camiye varmadan başına takke geçirenlere ham sofu gözüyle bakılırdı. Bir acı söz edeceği, ya da bir kötü iş yapacağı zaman insanlar, “Allah’ın gönlüne hoş gelmeyebilir” diye kendi kendini frenlerdi.
Faizcilikle geçinenlere iyi gözle bakılmazdı.
Fukarayı bunaltanın, bir gün bunun bedelini ödeyeceğine inanılırdı.
Zalimi, vicdansızı, açgözlüyü kendinden saymazdı. Bütün o siyah beyaz Türk filmlerinde, hep ezilenlerin kadersizliğine ağlar, kötülere karşı öfke duyardı Malatyalı!
Har vurup harman savuranı kınardı. Tutumlu olmayandan, gösterişe kaçandan uzak durulurdu. Yarınını düşünerek tüketen insanların kentiydi çünkü Malatya. Savaş görmüş, kıtlık yaşamış, ama hırsızlığa, fırsatçılığa gönül indirmemiş insanlar çoğunluktaydı…
Bir takım elbise, bir çift ayakkabıyla ya da bir paltoyla bir ömür geçiren insanlarımız vardı.
Belki yiyemeyen çocuklar vardır düşüncesiyle, kendi çocuğunu elindeki ekmekle sokağa bırakmayan anneler vardı.
Evindeki yemeği, tatlıyı, çerezi, meyveyi kendi yemeyip de gelecek konuklara saklayan insan sayısı az değildi Malatya’da!
Pamuk yatakta kendi yatar, yün yatağı konuğuna verirdi insanımız. Kendi soğuk odada uyur, sobalı odalarda konuklarını yatırırlardı. “Misafire karşı evini yık, yüzünü yıkma!” denilirdi. Bu bir hayat felsefesiydi benim insanım için…
Ev yaptırana, oğlan evlendirene, iş kurana yardım eli uzatılırdı.
Hiç kimse ölüsüyle, acısıyla baş başa bırakılmaz; cenazeler komşularca kaldırılır, cenaze evi aşsız bırakılmazdı!
Kimsenin arkasından konuşulmaz; “gaybubet etmek (gıyapta konuşmak) ölü eti çiğnemektir” denilirdi.
Kentin nüfus sayısı azdı, herkes birbirinin soyunu sopunu tanır, birbirinden utanırdı. Yani utanma vardı Malatya toprağında!
Büyüklerin yanında ayak uzatılarak oturulmazdı.
Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşulmazdı.
Küçükler büyüklerle konuşurken haddini bilerek konuşmak durumundaydı. Büyükler de küçüklerin kusuruna bakmazdı; onların aşırıya kaçan söz ve davranışını hoş görür, hatta görmezden gelirlerdi.
“Kâmil insanların kahvehanesi ayrı, yeniyetmelerin (“cahillerin”) kahvehanesi ayrı olurdu ki, kimse kimseden rahatsızlık duymasın.
“Kız kısmı” sokakta yürürken, gözlerini yerden kaldırmazdı ki, tanımadığı kimselerle göz göze gelmesin! Anneler kızlarını bu terbiyeyle yetiştirirlerdi.
İşte Malatya bütün bunlardan dolayı güzeldi. Vicdanı, utanması olan, vakur, tok gözlü, tutumlu, sade, çalışkan, doğayı seven, acizleri koruyan insanların güzelliğiydi Malatya’nın asıl güzelliği…
Kırk gün kırk gece anlatsam bitiremem!