Yetmişli yıllardan ikibinlere kadar Sirkeci-Cağaloğlu-Beyazıt çevresinde bulundum genellikle. Okulumuz, çalıştığımız gazeteler, yayınevleri, ajanslar hep bu çevredeydi.
Dolayısıyla bizim Pütürgelilerle çok sık karşılaştım buralarda. İşhanlarının önünde, kaldırım boylarında, çarşılarda, hemşeri kahvelerinde, çay ocaklarında, caddede, sokaklarda hep burun buruna geliyorduk.
Dünyanın bazı ülkelerinde insanların bedenleriyle yük taşımaları yasaklandığı halde, onlar İstanbul'un tüm yükünü sırtlarında taşımayı sürdüregelmişlerdi. Ta Osmanlı döneminden beri, iskelerde, atölyelerde, fabrikalarda, sebze meyve halinde, tabakhanelerde, matbaalarda, depolarda, mağazalarda... aklınıza gelen her yerde beden ağırlıklarının çok üstündeki yükleri bir yerden bir yere taşıyarak ekmeklerini çıkarıyorlardı.
Aynı köyden birkaç hemşeri bir araya gelip bir han odasına sığınır, burada yemek pişirir, uyur, çamaşır yıkarlar... Artırabildikleri paraları da köyde bıraktıkları ailelerine gönderirler...
Durumlarından, koşullarından hiçbir zaman yakınmazlar! Aralarında hep Kürtçe konuşurlar. Mütevazıdan daha mütevazı koşullarda yaşarlar ama vakarlı duruşlarını yitirmezler. Birbirlerine takılır, şakalaşırlar ama işlerinde ciddidirler. Sırtlarındaki yükün ağırlığı ne kadar olursa olsun, itirazsız taşırlar. Ama ücreti kendileri adına hamalbaşı belirler...
Pütürgeli hemşerilerimlerimin huyunu suyunu hep yakından gözlemlemişimdir...
Bir yaz günü, Sirkeci Postanesi'nin önünden, Cağaloğlu'na doğru gidiyordum. Postanenin birkaç adım ilerisinde bir bölük hamal, kaldırımda oturuyordu. Sırtlarını duvara vermiş, ayaklarını pervasızca kaldırıma uzatmış... Belli ki yorgunluk atıyorlar.
Ama onların önüne gelen yayalar, kaldırımdan inip caddede yürümek zorunda kalıyor... Umurlarında değl.
Ayaklarının dibine kadar geldim. Kılını bile kıpırdatmadılar. Kendi aralarında söyleşiyorlardı. Bekledim, yol versinler diye. Oralı olmadılar.
Elimde çanta, gözümde gözlük... Olanca ciddiyetimle Kürtçe seslendim:
"Lo, hele müsade büya!"
Bir anda, sanki iğne batırılmış gibi bacaklar toparlandı.
Yol verildi. Ağır ağır yürüdüm. Ama kulağım onlarda.
İçlerinden biri şaşkınlıkla söylendi:
"Müsade büya?"
Şaşırmasının nedeni açıktı... Bu dili ve şiveyi benim görüntümle bağdaştıramamıştı. Dil kendisinin, şive kendisinin, peki ya bu adam kimdi böyle?
Artık arkamdan nasıl bir değerlendirme yaptılar, bilemiyorum. Yürüyüp gittim.
Şunu biliyordum: Ona kendi diliyle söyle, her şeyi yaptırırsın.