Rize’ye doğru yol alırken, teypte çalan şarkı da çok manidardı:
Oy gidi Karadeniz!
Sardi dört yanımızi..
Ander kalsun sevdaluk oy,
Alacak canımızi..
Ha bu ander sevdaluk oy,
Alacak canımızi... •
Ve Fırtına Vadisi… Sicim gibi yağmur yağıyordu. Rize-Sarp otoyolunun 55’inci kilometresinde, Çamlıhemşin yoluna saptık. Ve muhteşem görüntüsü ve göz alıcı doğal güzelliğiyle Fırtına Vadisi bize hoş geldin diyordu adeta… 65 kilometre uzunluğundaki Fırtına Vadisi’ne giriş yaptığımızda kalbim duracak gibiydi. Ekibin, içimdeki fırtına vadisinden akan duygu deresi ve selinden tabiî ki haberleri olamazdı. Vadi üzerindeki kimisi taş, kimisi asma köprüler, yol kenarındaki şekerli sular, vadi yamaçlarında dünyanın en kaliteli çaylarını toplayan uşaklar…
Havası, yağmuru, sisi, fırtınası, yeşili, deresi, çalgıları, müzikleri, yöresel giysileri… Doğaları ezgilerini, ezgileri doğayı besliyordu. Doğallık insanlarının içlerine de işlemişti. Fazladan bir güzellik, fazladan bir oksijen buradaki insanların bazen akıllarını başlarından alabiliyordu.
Çamlıhemşin yolunda, Fırtına Vadisi boyunca zirvelere doğru yol alırken karşılaştığımız birkaç garip olay bunun göstergesiydi. “Osmanlı Mahalli Yemekleri” adlı işyerini geçtikten bir süre sonra bir tabela: “Osmanlı Mahalli Yemekleri, 100 metre GERİDE”! Doğallığın bu kadarı da fazlaydı.
Buralarda hayat bazen 100 metre geriden başlıyor, 100 metrenin rekoru burada böyle kırılıyordu. •
Rafting şenlikleri
Yaylara doğru göç yolunda söyleyen yayla havası müzik ile Fırtına Vadisi’ni kat ediyoruz. Teypte yine güzel bir yöre türküsü:
Oy benum sevduceğum
Olur mi böyle keder
Of-Sürmene yaylası
On beş doktora bedel
Arakli'den Yomra'dan
Gel gidelum Pazar'a
Ben Pazar'da duramam
Beni Rize'de ara
İstanbul'larda ara
Fırtına Vadisi deresinde Türkiye’nin en güzel alabalıkları yetişiyor. Kırmızı benekli balık avlamak, burada herkesin bir hayali, rüyası…
Fırtına vadisinde her yıl yapılan Uluslararası Rafting Şenliklerinin 2. gününe rastladık. Adrenali yüksek sporcuların yarıştığı festivali sadece araç içinden görmekle yetindik. Hoş doğrusu ben zaten rafting yapıyordum. İçimdeki Fırtına vadisinde tek kişilik bir rafting şenliği vardı.
• Zilkale
Rize-Çamlıhemşin yolunun 12. kilometresinde karşılaştığımız bir abide görülmeye değerdi. Dere kenarının sağ tarafındaki yamaca kurulmuş, uzaklardan bakıldığı zaman yeşil dokunun üzerinde bir nokta gibi duruyordu. Yapım tarihi ve kimler tarafından yapıldığı bilinmeyen bu esrarengiz eserin adı: Zilkale…
Çam ağaçlarının arasında tek aykırı renkti. Ve fakat bu “aykırılıkta” bile bir simetrik ve güzellik vardı.
• Çat-Cancık pansiyon…
Çamlıhemşin’e 37 kilometre uzaklıkta Fırtına Vadisi üzerinde öyle güzel ve şirin pir pansiyona rastladık ki, planlarımı değiştirmek zorunda kaldım. Çay içmek için mola verdiğimiz mekân tam anlamıyla beni büyüledi. Rüyalarımı süsleyen bir mekândı. Ayrılırken, “Bekle beni Cancik, dönüşte görüşeceğiz seninle, inşallah” dedim içimden…
• Yaylaya yaklaşıyoruz…
Verçenik yaylasına doğru hareket ederken, bizlere sis ve yağmur eşlik ediyordu. Sis ve duman vadiye ayrı bir güzellik katmakla birlikte, vadinin yamaçlarını görmek mümkün olmuyordu.
Öyle bir vadiydi ki Fırtına Vadisi, aracımızı her kilometrede bir durdurup, inip fotoğraf çekiyorduk. Yeşile olan hasret, ormana olan açlık bende vadinin her bir metrekaresini fotoğraf makinemin içine sığdırma çılgınlığı olarak nüksediyordu. Bazen iki araçlık, 11 kişilik grubun gezi kuralları, aşırı fotoğraf çekme dürtüsüne kurban gidiyordu. Misafir pozisyonunda olduğum için bana katlandıklarının farkındaydım. Karadeniz ve aşığı amatör bir gezginci olduğum için fazla seslerini çıkarmıyorlardı. Beni aralarında idare ediyorlardı.
• Ve Verçenik Yaylası…
12 saatlik otobüs yolculuğu, sonrasında Trabzon-Rize arasındaki uzun vadi maratonu… Hepsi, hepsi Verçenik içindi. Muradıma ermiştim. İşte Verçenik yaylasındaydım. Türkiye’nin en yüksek yaylasında... Karadeniz yöresinin en yüksek tepesi olan Kaçkarların en yakınındaydım. Üstüm başım, ayaklarım su içinde kalmış, batmıştım. Üzerimde ne bir yağmurluk, başımda ne bir koruyucu, ayağımda ne bir su geçirmez ayakkabı… Hiçbir şeyim yoktu. Ne önemi vardı. Yağmurluksuz, ayakkabısız ilk gelen dağcı (!) ben oldum! 200 kilometrelik bir mesafeyi, yaklaşık 8 saatlik bir araba yolculuğundan sonra kat edip buraya ulaşmıştık.
• İlk çadır, ilk uyku tulumu, ilk rüya
Verçenik yaylası… İki derenin birleştiği nokta…15 civarında yayla evi… Yüzlerce hayvanın olduğu çok sayıda sürü… Çoban köpekleri ve soluk benizli yayla insanları… Biraz ürkütücü… İnsanlara yaklaşıp konuşmak zor… Halini-hatırını sorduğum yaşlı bir kadının hışmından zor kurtuldum. Yaylaya vardığımızda yoğun sis ve feci bir yağmur vardı. Yağmur şiddetini artırmadan çadırlarımızı kurmamız lazımdı. Ne var ki gök gürlemesi ile birlikte şiddetli bir yağmur başladı. Göz gözü görmüyordu. Nereye geldiğimizi ve etrafımızda nelerin olduğunu güçlükle seçebiliyorduk. Köpek ve keçi sesleri çoban seslerine karışıyordu. Araçlardan malzemelerimizi ve çantalarımızı yüklenip, yağmur altında çadırlarımızı kuracağımız yere geldik. İki dere arasında düzgün bir zemin tespit ettik. Islana ıslana çadırlarımızı kurduk. Benim de çadırımı kurdular, hani misafirim ya… Artık çadırım hazırdı. İçine girip yatmak için tören gerekmiyordu. Çadırıma, Kaçkar seferi sırasında Verçenik yaylasında ordusu ile birlikte mola veren Padişah Alişan Sultan Hayırlı edasıyla girdim! İlk çadır sefası, ilk uyku tulumu rüyası yorgun ve bitkin ama sevinçli ve mutlu bir şekilde başladı. Temmuz sonunda, Kaçkar dağlarında çadır bezine çarpan yağmur damlacıklarının çıkardığı sesler bana ninni gibi geliyordu.
• Çoban köpekleri
1-2 saatlik uykudan sonra yemek için beni kaldırdıklarında, çadır etrafında sürpriz iki konukla karşılaştım. Çoban köpekleri görev yerlerini terk etmişler, bizi ziyarete gelmişlerdi. Kampımızın davetsiz misafirleriyle fotoğraf çektirme seansı başladı. Ne kadar cesur ve korkusuz olduğumu belgeleme fırsatını kaçırır mıydım?
Objektifler ve deklanşörler benim için çalıştı. Görüldüğü gibi iki vahşi çoban köpeğinin arasında korkusuzca durabiliyorum! Yağmur, fırtına, sis, duman, gök gürültüsü, soğuk ve köpek sesleri arasında ilk çadır gecesini tamamladım.
• Ayıların baskını
Sabah saat 05.00’te uyandık. Sabah aldığımız bir haberle, aslında gece yarısı ne kadar büyük bir tehlike atlattığımızın farkına vardık. Yayla evlerine ve ahırlara bir ayı saldırmış, keçinin birini alıp kaçmıştı. Bu sırada çoban köpekleri yanlış yerde yanlış kişileri bekliyordu. Koyun ve inek sürülerini beklemekle görevli köpekler, ne yazık ki, bizi bekliyorlardı. Bu durum çobanları çılgına çevirdi. Ayı, keçi yerine bizden birini yiyebilirdi! Muhtemelen o da ben olurdum!
• Krater göllerine ve Kaçkarlara yürüyüş
Şimdi bizi zorlu ve zevkli bir yürüyüş parkuru bekliyordu. Kaçkar dağlarının zirvelerine, krater göllerine doğru bir tırmanma gerçekleştirecektik. Ekip içinde müthiş bir uyum vardı! Herkes aynı saatte kalkmış, herkes aynı dakikada yola koyulmuştu!
Tırmanma sırasında herhangi bir bölünme yoktu! Uyum ve beraberlik ekipte zirve yapmıştı! Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra ihtiyaçlarımızı alıp yola koyulduk. Gündüzbey Beydağları yürüyüşünden dolayı aslında antrenmanlıydım ve kendime öz güvenim vardı.
Profesyoneller arasında geride kalmayacak kadar yeterli nefese sahiptim. Teçhizat yoktu ama nefes vardı. 10 profesyonel dağcı arasında en garibanı bendim. Yaşım da bir hayli ilerlemişti. 11 kişi arasında en yaşlı ikinci kişiydim. Ancak Gündüzbeyli olmanın ve Beydağlarını birkaç kere tırmanmanın avantajını kullandım. Bazen kurallara aykırı olsa da ekibin en önünde gidiyordum. Üç saatlik yorucu ve zor tırmanışın sonunda krater göllere ulaştık. Artık en zirveye bir adım kalmıştı. Rakım 3000’ler seviyesinde… Göllerin görünümü tek kelimeyle muhteşem... Benim diyen dağcılar bile buraya zor çıkardı. Bir tepe daha aşsaydık, Erzurum’un İspir İlçesi’nin köylerine ulaşabilirdik.
• Kaçkarlardan iniyoruz
Nihayet ekibimizin lideri, muhterem kardeşim İmdat Usta dönüş emrini verdi. Çadırları kurduğumuz yerden dört saatlik bir mesafe kadar uzaklaşmıştık. Çadırlarımızın olduğu yerden biraz daha geride, çok uzaklardan sis ve duman izleri görünüyordu. Karadeniz’de güneşli havaya güven olmazdı. Dört mevsimin yaşandığı bir bölgeydi ve her an her şey olabilirdi. Çok acele dönüş yapmamız lazımdı. Sis ve yağmur bastırırsa dönüş yolumuzu kaybedebilir, nereye gittiğimizi bilmeden gözümüzü Erzurum İspir’de açabilirdik (O da sağ salim gidebilirsek)
• Yine dönüş, yine kâbus (İniş sendromu)
Her dönüş, her iniş benim için bir sendromdu. Her çıkışın bir inişi vardı ve şimdi iniyorduk. Gündüzbey tırmanışlarından biliyordunuz. Her inişte kaza geçirmiştim. Yine kaza geçireceğim, yine inişte bir problem yaşayacağım diye ödüm kopuyordu. Çıkışta, lider havasıyla önde giden Alişan’dan eser yoktu. Tırmanmada gösterdiğim başarıyı inişte gösteremedim. Ekibin en sonunda güçlükle ve ağır bir şekilde iniyordum. Yaşın ve kondisyonun gücü ortaya çıktı. Nefesim ancak tırmanmaya yetmişti. Bir kaza geçirmemek için bütün dikkatimi topladım. Ekip müthiş ilerliyordu. Kayaları bir tazı gibi geçiyorlar, dereleri keçi gibi atlıyorlardı. Malatyalı gazetecinin itibarı Verçenik yaylasının çimenleri arasında sürünüyordu. Eyvah! Bu da ne! Sağ ayak baldırımda müthiş bir sancı… Diz kapağım ile ayak bileğimin ortasında bir acı. Her atlayışta sanki çivi batıyor. Hadi oğlum Alişan, dayan! Yok, olmayacak galiba… Daha fazla dayanamayacağım. Ekipten birkaç kişi benim aksadığımı gördü. Ayağımda yaşadığım problem neydi? Lif kopması mıydı, sinir ezilmesi miydi, bilemiyordum. Yürüyüş ritmimizin benim yüzümden bozulmasını istemezdim. Bu hiç hoşuma gitmedi. Ekip ruhu ve dayanışması bu dakikadan itibaren devreye girdi. Allah’tan grup içinde fizik tedavi uzmanı bir arkadaş vardı. Müdahale gerekiyordu. Yayla ortasında, beni baş aşağı yere yatırdılar. Ayağımın altına taş koydular. Fizyoterapist Elif Hanım ağrının olduğu yere masaj uyguladı. 15 dakikalık bir tedavinin ardından tekrar yolu koyulduk. Bir arkadaş ne olur ne olmaz diyerek, başındaki kaskını bana verdi. Kendimi biraz iyi hissetmekle birlikte, ayağımdaki acıya aldırmadan yürümeye başladım. Demek ki benden dağcı, kampçı olamazdı. Yarım adamdım. Sadece bir tırmanışlık adamdım. Çadırların kurulu olduğu Verçenik yaylasına tam zamanında ulaştık. Önce sis, sonra gök gürültüsü, sonra şimşek, daha sonra klasik Karadeniz yağmuru… Öğlen vakti yüzümüzü yakan güneşli bir havadan tir tir titreten soğuk bir havaya geçişi aynı anda yaşadık.
• Cengiz’i keşfettik
Esrarengiz görünümlü bir kişi yaylada elinde sopayla dolaşıp duruyordu. Ev sahiplerine bu kişinin kim olduğunu sordum. “Çoban” dediler, adı “Cengiz’dir”. Görünümü ürkütücü idi. Kısa boylu, yakışıklı, sevecen, saçı-başı dağınık bu kişiyle sohbet etmek istedim. Bir süre sonra bizim yanımızdan geçerken ürkek ürkek yanına yaklaştım. Köylülerin de yardımı ile bir köprü kurdum. Victor Hugo’nun Notre Dome’ın Kamburu adlı romanı aklıma geldi. Kilisenin zangocu kambur Quasimodo’nun Çingene Esmeralda’sı vardı ama bizim Verçenik yaylasının çobanı Cengiz’in Esmeralda’sı yoktu. Hugo, roman kahramanları Kambur Quasimodo ile Çingene Esmeralda'yı yoksulluğa boğan toplumu lanetlemişti. Cengiz, 40 yaşındaydı ve bekârdı. Yıllardır bu yaylanın çobanlığını yapıyordu. Ürkütücü görünümün arka planında aslında ne kadar sevecen ve tatlı bir kişiliğinin yattığını kısa bir sohbetten sonra anlamak mümkündü. Bugün biz Verçenik yaylasına veda ederken aslında Cengiz’e de veda edecektik.
• Ayrılık vakti
Verçenik’ten ayrılık vakti gelmişti. Rize-Sarp otobanının Ardeşen ilçesinden hemen Çamlıhemşin’e giden yola sapıldığında ta Verçenik yaylasına kadar giden 60 kilometrelik muhteşem vadiyi bu sefer tersten, dere akışı yönünde kat edecektik. Fırtına Vadisi’ni bu defa sis olmadan inmeye başladık. Vadi çevresi muhteşem görünüyordu. Demek ki biz bu kadar güzel bir vadiden yukarı çıkmıştık. İnişte bu sefer şansımız yaver gitti. Güneşli bir havada, yavaş yavaş çam ağaçlarının kapladığı dağların arasından, vadinin içinden Çamlıhemşin’e doğru inişe geçtik.
• Yine Çat köyü…
Yukarı çıkarken Çat köyünde kurulan Cancik Pansiyon dikkatimizi çekmişti. Şimdi tekrar ekip burada mola verdi. Çaylar içildi. Yorgunluklar atıldı. Bu mola aynı zamanda bir ayrılık molasıydı. Ekip, dağcıya ve kampçıya benzemeyen adamı burada bırakacaktı. Ben burada bir gece konaklamaya karar vermiştim. Çünkü çok sevmiştim bu küçük ve şirin yeri. Kısa bir vedalaşma töreninden sonra Fırtına Vadisi’nde tek kaldım. Artık duygularımla, hayallerimle, doğayla baş başa kalmıştım.
Çamlıhemşin'den Şenyuva ve Zilkale yönünde Fırtına Deresi boyunca iki saat dağ yolundan ilerledikten sonra Çat’ta Cancık Otel ile karşılaşırsınız. Elevit Yaylasına ayrılan kavşakta bulunmaktadır. Müthiş yorgundum. Heyecan ve sevinçten yorgunluğumu fark edemiyordum. Şirin pansiyonun küçük ve sevimli odasına girdiğimde yorgunluğumu daha fazla hissettim. Kendimi yatağın üzerine bırakmamla birlikte uyuya kalmışım. Rüya görecek takatim de kalmamıştı. Nitekim göremedim de…
Sabah saat 05.00’te uyandım. Gürül gürül akan derenin ve kuşların sesinden başka bir ses yoktu. Çıt çıkmıyordu. Dört bir tarafın çam ağaçlarıyla kaplı yürüyüş yoluna attım kendimi…
• Başka bir aleme yolculuk
Ormanlık arazinin yürüyüş yoluna girdim. 500 metre ileride şifalı su ve bir taş köprüye rastladım. Derin sessizlik… Derin düşünce… Sabahın hayrını ve güzelliğini iliklerime kadar hissettim. Ruhum ve maneviyatım bu derin sessizlikte sükûnete erdi. Ölümü, hayatı, her şeyi düşündüm. Dünyadan koptum. Ayağım yerden kesildi. Köprünün hemen yanında, dere kenarında, ormanın tam ortasında, sessizlik ülkesinde miraç yaşadım. Yerde kalarak yükseldim. Zamanı durduran, mekânı aşan bu ruh hali öyle bir sardı ki beni, bir ara korktum, aklımı mı kaybediyordum. Çat’ın güzelliği sarsıcıydı.
• Cennet’ten bir köşe:
Elevit yaylası Gözüm doymamıştı. Maymun iştahlıydım. Gezmedik köy ve yayla bırakmak istemiyordum. 7 kilometre yukarıda cennet gibi bir yaylanın daha olduğunu duydum. Beni Elevit yaylasına götürecek aracı tam iki saat bekledim, pansiyon önünde… Aman Allah’ım! Elevit bir yayla değil, sanki Cennet’ten bir köşeydi. Çat köyünde daha biraz önce rüyadan uyanmıştım. Gözümdeki, gönlümdeki parıltılar kaybolmadan yeni bir tablo ile karşı karşıyaydım. Burayı anlatmaya kelimeler yetersiz kalırdı. Sırada Sal, Pokut, Hazindag, Amlakit, Palovit, Tirovit ve Kavrun var. Var ama onları görecek ne zaman kaldı ne de takat… Artık Elevit’e veda zamanı gelmişti. Çılgınca bir karar aldım. Çat’a kadar, yedi kilometrelik yolu yürüyerek gidecektim. Bıraktım kendimi Cennet yoluna… Yürümüyorum, sanki bulutlar üzerinde yüzüyorum. Hayal dünyasına daldım. Arkadan gelen araç sesi beni kendime getirdi. Ne kadar yürümüşüm, bilmiyorum. Tekrar Çat’a geldim. Valizimi hazırladım, Çamlıhemşin’e gitmek üzere araç beklemeye başladım.
• Ayder… Ayder…
Ayder Artık herkesin sevgilisi, yaylaların kralı, en ünlüsü, Türkiye’nin gözdesi, adı bal ile anılan Ayder yaylasına çıkma vakti gelmişti. Finali Ayder yaylası ile yapacaktım. Bu gezinin sonuna da bu yakışırdı. Ayder, Ayder dedikleri nasıl bir yerdi acaba? Elevit gibi bir yayla mıydı? Kafamda bin bir türlü soruyla Çamlıhemşin’den hareket ettim. 17 kilometre yolu kat edip Ayder’e varacaktım.
Minibüsün şoförü, aynı zamanda Ayder Mahallesinin muhtarı imiş. Otel işletiyor, büfe çalıştırıyordu. Minibüste sohbet ederek yaylaya ulaştık. Ayder yaylasının aslında bir yayla olmaktan çıktığını, daha Çamlıhemşin’den kalkan minibüsün Ayder yoluna girmesiyle anlamıştım. Yolu sanki Fethiye yolu gibiydi. Büyük reklam tabelaları, trafik akışının yoğunluğu, kaymak gibi asfaltı sahil bölgesindeki turistik bir mekâna gidişi andırıyordu. Muhtar, minibüsçü, büfeci Muhammed Bey’in 60 yıllık dededen kalma ahşaptan yapılmış pansiyonuna yerleştim.
Ayder’e girişte ilk şoku yaşamıştım. Bir yaylaya değil, sanki büyük bir turistik beldeye girmiş gibi hissettim. Kocaman ve çirkin betonarme binalar Ayder yaylasının itibarını yerle bir etmişti. Ayder’in adı var kendisi yoktu. Ayder yaylası artık “Ayder Turistik Tesisleri’ne” dönmüştü. Akşam kısa bir tur attıktan sonra, pansiyonun lobisine gittim. Yağmur yağmış ve bir hayli üşümüştüm. Malatyalılar şimdi 40 derece sıcakta kavrulurken, ben pansiyon lobisinde, kuzine sobasının önünde ellerimi ısıtıyordum. Canım çok sıkılmış, moralim bozulmuştu.
• Ayder yayla olmaktan çıkmış!
Ayder yaylası, Çamlıhemşin’e 17 kilometre uzaklıkta Türkiye’nin en meşhur yaylası (idi)… Ortasından geçen dere Ayder’i ikiye bölmüş. Yaylanın yerleşimi derenin sol tarafında... Karşı taraf, derenin sağ tarafı ise tamamen seyirlik. Hiçbir yapı yok. Ulaşım da yok. Orada hiçbir sorun yok. İki adet şelale görülmeye değer. İnsanlar karşı tarafa geçip orayı tahrip edememişler. Zaten asıl kıyamet bu tarafta, yerleşimin olduğu tarafta vardı. Yüzlerce bina, ev, otel, motel, pansiyon… Hepsi de plansız ve çirkin yapılar. (Yöreye ve tabiata uygun yapılan yapı sayısı 3’ü geçmez.) Ayder’i Ayder yapan aslında kaplıcaları…
Kaplıcalar değil mi ki bu güzelim yaylayı tanınmaz hale getirmiş. 1990’lı yıların ortalarında Mesut Yılmaz tarafından turizm alanı ilan edilince olan olmuş. Yüzlerce otel inşa edilmiş. Doğa insafsızca tahrip edilmiş. Ayder’i son kez en yüksek tepeden buruk, üzgün ve ağlamaklı bir şekilde seyrederken bu çirkin yapılaşmaya göz yumanlara da içimden beddua ettim. Verçenik’te zirve yapan mutluluğum Ayder ile hüsrana dönmüştü. Zaten bu Ayder’e son gidişim oldu.