Bizim zamanımızın Malatya'sı şimdiki zamanların Malatya'sına hiç mi hiç benzemezdi.
Baharın ağzı açıldığında, toprağın buğusu tüter, ağaçlar çiçek açar, bahçeler adeta yeşil ipekli bir halıya dönüşürdü.
Gözlerimiz yeşile doyardı. Çiçek kokuları burnumuzdan eksik olmazdı. Bu tabiat tablosuna, akarsuların şırıltısı adeta dem tutardı.
Bahçeye çıkardınız ki elma ağacı pembe çiçeklere bürünmüş. Mişmiş ağaçları tepeden tırnağa gelinlik giymiş olurdu ki, bakmaya doyamazdınız! Dut ağaçları yaprak döker, yaprakların arasından dutlar yeşil yeşil belirir...
Bazen bir yaprak üzerinde, küçücük, inci taneciği gibi bir şeylere rastlardık.
Bakar bakar ne olduğunu anlayamaz, tabii annemize sorardık.
Merhume annem şöyle bir bakardı elimdeki yaprağa.
"Geceleyin bülbül ağlamış..." derdi.
Bu yaprak üzerindeki bir dizi inci tanesi, bülbülün gözyaşları imiş!
Çok sonra öğrenecektim ki, bu yaprak üzerindeki tanecikler böcek yumurtasıymış... Olsun, ne çıkar?
O, bir çocuğun hayalini süsleyen bülbülün gözyaşları aklımda yer etmiş...
Gelgelelim, bir gün bir çocuk hikâyesi yazıp da, adını "Burada Bülbül Ağlamış" koyacağım aklımdan geçmezdi.